Christina Hesselholdt: Portre

Danimarka edebiyatından küçük bir örnek…
1962 doğumlu Christina Hesselholdt, Fil Uçuşu’na 1998 yılında Rosinante yayınevinden çıkan ve yazarın çocukluk dönemine ilişkin elli öyküsünden oluşan Hovedstolen (The Principal) adlı kitabındaki “Portræt” isimli öyküsüyle konuk oluyor.
Danimarka basını yazardan övgüyle söz ediyor.
Erik Svendsen (Jyllands-Posten): “Alışılmamış yapıda, görülmeye değer bir çok-sesli mücevher. Dil ve kimlikle yaşatılan bir deneyim.”
Christa Leve Poulsen (Børsen): “Hesselholdt’un edebiyatında anlamı bulmak için fazlaca aramanıza gerek yok çünkü zaten sayfalardan taşıyor.
Hesselholdt yazıya bakışını şöyle özetliyor: “Zaman geçmek bilmez ama anne, baba, büyükanneler, büyükbabalar, arkadaşlar, şeyler, yerler ve olaylar arasında sıçrar durur. En küçük detay, renk, koku, izlenim önemlidir.”
Hürcan Aslı Aksoy‘un Danca aslından yaptığı çeviriyle keyifli okumalar…

Babaannemlerdeki İran kürkü portmantoda asılı duruyordu; bu haliyle askılık sanki üzerinde of çeken bir insanı taşıyormuş gibiydi. Banyo penceresinin eşiğinde duran iki bukle saç atılmayacaktı ama tuvaletin sifonunun çekilmesi gerekiyordu. Babaannemin kenarına firketeyle tutturduğu bu yapma bukleler sayesinde şapkası, gür ve serpilen saçlar gizlediğine inandırırdı insanı. Hani çok saç varmış da, yalnızca o iki bukle özgür kalmayı başarmış gibi görünürdü.

Bukleler iliştirilmiş şapka antrede dururdu. Konsolun üzerindeki aynada, babaannem elini uzatıp onu yakalayıncaya kadar iki taneymiş gibi gözükürdü. Kazakların kalpaklarına benzeyen şapka da palto gibi İran kürkündendi. Babaannem paltosu, şapkası ve solgun tenindeki pudrayla sanki yaşlı bir Rustu.

Dizinden ayağına kadar bütün bacağı nerdeyse aynı kalınlıktaydı. Ayak bileği hiç yoktu, bacağı o genişliğin içinde ayakkabıya uzanıyordu. Baldır, onun teninde yalnızca topuğun biraz üstündeki ince bir çizgiydi ve bacak aniden ayak oluyordu. Kalçası mavi elbisenin altında belirginleşen kemikleriyle genişliyordu ve o kalçanın üstünde bir insana ait olmadığı hissini uyandıran bedeni yükseliyordu. Soğuk almamak için, omuzlarını el örgüsü giysilerle, boğazını da şifon fularla kapatmaya çalışıyordu.

Önünde bir kahve fincanı ve fincanın tabağında da ya çeyrek bir kurabiye ya da yarım bir bisküvi vardı: “Bu olsa olsa kenar olabilir!” Yerken insanın parmakları arasında ufalanan çörekler, toz şekerli sarımtırak kekler, kabartma tozu kullanılmadan pişirilen pastalar, kabarmasına izin vermediği için düz ve yoğun olan ekmekler pişirirdi. Ya da az sonra ağzına atacağı mentollü şekerler bulundururdu kahve fincanın tabağında. Şeker kutusunda kendisinin daha önceden emdiği şekerler de dururdu: “Hayır, onu almamalısın!” Hep ucundan ısırırdı; işlerini yaparken, tramvayla giderken gün boyunca ucundan ısırarak azar azar yerdi. Otobüs demeye kendini alıştıramamıştı. Balgam çıkartır ve kağıt mendille yüzünü kapatarak tükürürdü. Ya sessizdi ya da nefesini verirken hafif bir “Hııhh!” sesi çıkarırdı. Yürüyüşe çıktığında yanında, içine şeker kutusunu, makyaj çantasını, cüzdanını, kağıt mendilini ve parçalanmış mutfak havlularına sarılı yarısı ısırılmış yiyeceklerini koyduğu tıkırtıyla kapanan klipsli çantası olurdu. Keskin mentol ve parfümün yanı sıra İran kürkünün kolları içine çok fazla girip çıktığından sıcak ve hayvansal bir koku saçıyordu çanta. Her yere götürürdü onu; bir sandalyeden başka bir sandalyeye, yanındaki sandalyenin koluna astıktan sonra yerdeki sandalyenin karşısına. Kendisini yemek vakti boyunca sakin tutması neredeyse imkansızdı. Çeşitli bahanelerle kalkar ve mutfakta kaybolurdu. Çocukluğunu geçirdiği çiftlikte hep böyleydi: Kadınlar masa ile mutfak arasındaki yerde çiğneyerek yemek yer, bekler ve bulaşık yıkarlardı.

Comments (2)

Danca'dan yetkin çevirmenlerimizin olması da ayrıca güzel…

hikayenin küçük bir kısmı sanırım bu okuduğum; nedendir bilmiyorum bana çok da akıcı gelmedi, kısaca yordu ve kısaca beklentimin altında kaldı, haddim midir? kimbilir..

not: ayarlarınızdan robotu kaldırırsanız yorumcular çok daha rahat size yazabilirler, iyi geceler..

Leave a comment