“Büyük Balık – Efsanevi Ölçülerde Bir Roman” sorgulattıkları ve düşündürdükleriyle, oylumunu aşan bir roman.
Kardeş bildiğim bir dostumun babası öldü geçen ay. Aniden. Kalp krizi. “Kötü bir şey oldu,” ile başlayan bir telefon konuşması. Soğuk geçen ayın, tek sıcak gününde toplandık camii avlusunda, veda ettik. Hiç konuşmadan durduk, öylece. Babamın ölümünü düşündüm bir ara; o uzun süren, acılı süreci. Daniel Wallace’ın kitabından bir cümle, boğazımdan yakaladı beni: “Ölümle pençeleşenlerin ülkesinde cümleler tamamlanmıyor, nasıl sonlanacaklarını önceden biliyorsunuz.”
1959 doğumlu, İngiliz Dili ve felsefe öğrenimi görmüş, ABD’li bir yazar Wallace. Uzun yıllar Japonya’da bir ticaret firmasında çalışmış. Halen karısı ve oğluyla yaşamakta olduğu Chapel Hill’e dönüşünde bir kitapçı dükkanında çalışmaya ve illüstrasyonlar yapmaya başlamış. 1998’de yayımlanan “Büyük Balık – Efsanevi Ölçülerde Bir Roman”dan önce yazdığı beş roman yayınevleri tarafından reddedilmiş. Büyük Balık’ın ve dolayısıyla Wallace’ın kaderi, romanın 2003 tarihli ve aynı adlı Tim Burton filmine kaynaklık etmesiyle değişmiş. University of North Carolina’da yaratıcı yazarlık dersi veren Wallace, çocukluğunda en çok etkilendiği romanın Frank Herbert imzalı bilim-kurgu klasiği “Dune” olduğunu söylüyor. Kendisine deniz feneri bellediği isimler arasında Kafka, Nabokov, Faulkner, Calvino ve Vonnegut var.
“Benim babam var ya…” diye başlar çocukluğun kimi sözleri. En uç noktasında “Benim babam senin babanı döver,” saldırganlığıyla biter. Bu söylemin ruhunda yatan, özellikle de erkek çocuğun, güce-güçlüye-başarılıya, kısacası bütün babalar klanının önderi olacak figüre özlemidir. Aynı zamanda genetik olarak, aynı gücün, aynı önderlik vasıflarının kendisinde de olduğunu yaşıtlarına gösterme arzusu, kendi klanının lideri olmanın bir çeşit meydan okumasıdır. Babadan gelen mitik bir gücün varlığına inanma ihtiyacıdır. Sonra, ergenlikten itibaren, o kahramanlık mitini oluşturan hikayelerin bir yandan da zayıflıklardan örüldüğünü görür insan. Giderek babanın kahramanlığını reddedip, kendi hikayelerinin yüceliği ve gerekliliğine inanır insan. Baba-kral devrilmiş, oğul kendi krallığını ilan etmiştir. Derken bir gün, baba ölür. Veda ile birlikte, baba bir “Varolmayan Şövalye”ye döner. Mit yeniden canlanmıştır, hem de oğlun üstüne eklediği hikayelerle. Wallace da romanının prologunda, bu çıkış noktasını işaret eder: “Derken zihnimdeki imgeler –babamın şimdiki ve bir zamanlarki hali- birbirine karıştı ve babam o anda yabani, aynı anda hem genç hem yaşlı, ölmekte olan ve yeni doğmuş olan tuhaf bir yaratığa dönüştü. Babam bir mite dönüştü.”
Büyük Balık’ın birbirine küçük teyellerle bağlanan hikayelerinin merkezinde, doğduğu gün Alabama’ya yağmur yağdıran Edward Bloom var. Ölümüne birkaç adım kala, oğlunun mitini yeniden yarattığı ve hesaplaşmasını tamamlamaya çalıştığı bir babadır Bloom. Daniel Wallace, masaldan gerçeklik zeminine kayan anlatısını yapısal olarak, Bloom’un çizgisel yaşamı ile 4 ara bölüm diyebileceğimiz “Babamın Ölümü” başlıklı bölümlerden oluşturmuş. Edward Bloom’un çocukluğu ve gençliği türlü inanılmaz, hatta deyim yerindeyse “efsanevi ölçülerde” olayla doludur. Acayip hızlı koşar, birkaç ayda on binden fazla kitap okur, hayvanlarla konuşur, perilerle oynaşır, devleri ehlileştirir, arafta yaşayanlardan ve şeytani köpeklerinden uzaklaşmayı başarır… Neredeyse ölümsüz bir masal kahramanıdır. Bir babadır çünkü o.
Derken “Babamın Ölümü: 1.Tekrar” başlıklı bölüm gelir. Romanın, okuru yakalayan damarı tam da bu noktada devreye girer. Edward Bloom ölmektedir, hem de kendisini alaycı bir masal kahramanı gibi konumlandırmak istemesine karşın, bütün acısıyla ve gerçeğiyle. Maceradan maceraya koşarken çoğu zaman geride bıraktığı, ancak bir yakıt ikmali istasyonu olarak gördüğü evinde, her sabah aynı insanları görmekten nefret ettiği bir hayattan sonra, üç kişinin -aile doktoru, karısı ve oğlu- gözleri önünde. Aslında, kendisine kapanmış diğer babalardan farkının olmadığıyla yüzleşir okur. Masalın gökkuşağı penceresi kapanmıştır, artık mat renklerin zamanıdır. Wallace, bu geçişi o kadar sakin ve yumuşak bir şekilde yapar ki, biz de Edward Bloom karakteri üstünden, çoğu babanın mitinin yıkılışına tanıklık ederiz.
Bu ara bölümlerin sonrasında, oğlunun gözünden dinlediğimiz Bloom’un hikayeleri sürer. Ama kahramana olan hayranlık giderek yerini, ölümlü insana yönelik sorgulamaya bırakır. Kendi doğumunda yağmurlar yağdıran Edward Bloom, oğlunun doğumunda radyodan Amerikan futbolu maçı dinlerken, karısının doğuma hazırlanmakta olduğunu fark etmeyen bir adamdır. Anne dünyaya bir can getirmenin çığlığını attığı sırada, baba tuttuğu takımın başarısına çığlık atmaktadır. Masal bitmiştir artık. Baba, oğluyla aynı düzlemdedir. Romanın başında anlatılan bütün o gerçeküstü hikayeler, yerlerini ailesinden kopuk, kendi dünyasında yaşayan bir adamın gerçekliğine bırakır.
“Babamın Ölümü” bölümlerinde Edward Bloom’un ölüm gerçeğini reddetmek isteyen sarkastik dilini kırarak iletişim kurmaya çalışan, ben-anlatıcı oğul, diğer bölümlerde ölmüş bir babanın mitini yeniden yaratmak istercesine, aynı sarkastik dilden konuşur roman boyunca. “Büyük Balık”ı “Efsanevi Ölçülerde Bir Roman” yapan da, işte bu sarkaçtır. İki ucu keskin o sarkaç, her salındığında geride kalanın, yani oğulun bir yerlerini kanatacaktır. Her babanın ölümünden geriye, yaralanmış bir evlat kalır.
Daniel Wallace imzalı “Büyük Balık – Efsanevi Ölçülerde Bir Roman” YKY etiketiyle, ve Begüm Kovulmaz’ın masalla gerçeği yumuşak hatlarla birbirine geçirmeyi başaran iyi çevirisiyle çıktı. Günümüz Amerikan yazınından, edebiyat tarihine armağan edilmiş dikkat çekici bir karakter Edward Bloom.
Geçtiğimiz ayın soğuk günlerine inat bir güneşin ısıttığı camii avlusunda, dostumun babasını son yolculuğuna uğurlarken düşündüm Bloom ile oğlunun konuşmalarını. Kendi babamı. “Benim babam…” diye başlayan çocukluk cümlelerini. Devleri bile dize getiren babaların, diz çökmüş hallerini. Belki de Edward Bloom’un oğluna dediği gibi, geriye sadece hikayeler kalıyor: “Bir adamın anlattığı hikayelerin hatırlanması o adamı ölümsüz kılar, bunu biliyor muydun bakalım?”
Ben bu filmin sonunda çok ağlamıştım :/
Kitabı okumadım ama heralde birçok kişi gibi filmi izledim. İzlediğimde not aldığım bir cümle vardı. "Hani çok duyulan bir espri artık komik gelmez ya ama bir daha duyarsınız ve yepyeni gelir. Neden sevdiğinizi anımsarsınız. Galiba babamın son şakası buydu. İnsan o kadar çok hikâye anlatırsa, kendisi hikâye olur. Ve hikâye ondan sonra da yaşar. Böylece insan ölümsüz olur."
her izlediğimde ağladığım ender filmlerdenir.. kitabını okumak da ayrı bir keyif olacak.. teşekkürler..