Söze Uzay Yolu’yla başlayalım ve tasarımı unutulmaz uzay gemisi USS Enterprise-Atılgan’ın karizması sağlam komutanı Kaptan Kirk’e selam gönderip iz sürelim. Kaptan Kirk yani egosantrik ve popüler kültür ikonu aktör William Shatner, 2004 yılında, ikinci müzik albümünü çıkardı; aslında müzikle okunan şiirler albümü demek daha doğru olacak. “Has Been” adındaki bu albümün düzenlemelerini ve yapımcılığını, Amerikalı alternatif rock grubu Ben Folds Five’ın kurucusu Ben Folds üstlendi. Nev-i şahsına münhasır müzisyen Folds, 28 Eylül 2010 tarihinde, daha önce müzisyen olamadığı için yazar olduğunu söyleyen günümüzün en popüler İngiliz yazarlarından biriyle, Nick Hornby ile ortak bir albüme imza attı: “Lonely Avenue”. Hornby’nin müzikle ilişkisini bilmeyen yok. Marah isimli grupla çıktığı turnelerin yanı sıra, geniş kitlelerle buluşmasını sağlayan ve sonrasında sinemaya da uyarlanan 1995 tarihli romanı High Fidelity (Ölümüne Sadakat), nevrotik müzik koleksiyoncusu Rob ve çevresini merkeze almıştı. Aslında Hornby denince, akla gelen sadece edebiyat ve müzik değil. Fanatik bir Arsenal taraftarı olan yazar, kitaplar dünyasında ilk kez Fever Pitch (Futbol Ateşi) ile boy göstermişti. Sinema ile olan dirsek teması ise sadece kitaplarından yapılan uyarlamalarla (ve kendi yazdığı senaryolarla) kalmadı, onu Oscar adaylığına götüren bir ilişkiye dönüştü.
Nick Hornby’den söz edileceği zaman, konuya bütün bu farklı disiplinlerden ve popüler kültürün renklerinden girmek şaşırtıcı değil. Çünkü Hornby, tam da “oradan” konuşan bir yazar. İngiliz orta-sınıfının içinden çıkardığı ama kimi zaman klişe özellikler yüklemekten çekinmeyerek, evrensel orta-sınıfla komşuluklar kurdurduğu karakterlerinin, bu renkli ve çok değişkenli küresel yapıda neler çektiği, neler düşündüğü, nelerle beslendiği, neleri dert ettiği gibi “sorunlu” alanlarda dolaştırıyor okurlarını. Yazarlık mahareti de tam bu noktada devreye giriyor. Deyim yerindeyse, çok rahat akan bir kalemi var Nick Hornby’nin. Kısa cümleleri, zorlamayan bir dili seven yazarımız sırtını yasladığı Anglosakson ironisinin, okuyanı kitabın içine alma olanaklarını sonuna kadar kullanıyor. Sinemayla bu kadar samimi bir yazar olarak (ve elbette senaryodan gelme bir beceriyle) sahne kurmayı seviyor. Akılda kalıcı, detaylara önem veren sahneleri uygun noktalarından bağlıyor birbirine, kurgusu da sağlam yani. Müziğe olan ilgisi, romanın ritmine yansıyor.
The Gunners (Arsenal) tutkusuyla tam bir tribün adamı olan Hornby, karakterlerini çoğu zaman sokak ağzıyla da buluşturup “rahat okunan diyaloglar” yazıyor. Yüksek edebiyat peşinde değil, ama edebiyatı “basite kaçmayacak” kadar sevdiği de belli. Her ne olursa olsun hikaye anlatmayı ve okuru hikayesine ortak etmeyi biliyor.
Juliet, Naked (Juliet Çıplak), Hornby’nin son romanı. Uydurma adlı İngiliz kasabası Goolenes ile Amerika hattında, hayatını bir rock şarkıcısına (hatta onu mitleştirmeye) adamış Duncan, bu müzik fanatiğiyle on beş yıllık ilişkisinde her tür heyecanı kaybetmiş olan Annie ve bu modern dünya orta-sınıf ilişkisinin gölge-idarecisi, 80’li yıllarda gelip geçen şöhretin sahibi Tucker Crowe ‘dan oluşan üçgenin köşelerinde-kenarlarında dolaşıyoruz roman boyunca. Daha romanın açılışındaki mizah dolu sahne bizi nasıl cümbüş dolu bir romanın beklediğini anlatıyor aslında: Duncan, hayat arkadaşı Annie’ye, Tucker Crowe’un müzikten kopmaya karar verdiği tuvaletin pisuarlarında fotoğraf çektiriyor. Kitabın ilk bölümlerindeki Duncan merkezli ilerleyiş, günümüzün 40’lı yaşlardaki erkeklerinin (hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın) kalbini fethedecek türden. (Sahi, sizin 80’li yıllarda dinleyicisi olup da sonradan izini kaybettiğiniz bir “adamınız” yok mu?)
Hornby’nin usta işi manevraları burada devreye giriyor ve roman belli bir noktadan sonra Annie ile daha çok ilgileniyor. Olay örgüsünün coştuğu, hikayenin sürekli “yol değiştirdiği” bölümler de bu noktada başlıyor. Tucker’ın yeni albümünü Duncan’dan önce Annie’nin dinlemesi ve ilişkilerindeki varoluşsal gerilimi aşamayan ikilinin düşünsel kopuşuyla, Hornby okuru en sevdiği sularda, orta sınıf kadın-erkek ilişkilerinin sorgulanması denizinde yüzdürmeye başlıyor. Annie’nin yeni albüm ‘Çıplak’ üstüne yazdığı eleştiriyi okuyan Tucker Crowe’un kadınla ilişkiye geçmesiyle üçgenin diğer köşesi de okura batıyor. Hayranları tarafından üretilen mitlerin ağırlığı altında ezilen münzevi rock yıldızıyla, artık hayatının kontrolünü eline almak isteyen Annie’nin ilişkisi de böyle başlıyor. Mailler ile başlayan ilişki Tucker’ın Goolenes’a gelmesiyle sürüyor. Üç kişinin hayatını kökten değiştirecek olaylar zincirinin akış keyfini kitabın okurlarına bırakarak şunu söyleyebilirim ki, Nick Hornby orta sınıfın varoluş sorunları konusunda, kimi zaman bir sokak düşünürü kimi zaman akademisyen bir sosyolog gibi konuşurken, ironiden bir an olsun vazgeçmiyor.
Arsenal taraftarı, The Believer yazarı, kitap-müzik-sinema eleştirmeni, senarist, şarkı sözü yazarı, editör, çoksatar listelerinin müdavimi, popülerin merkezinde duran ama popüleri hedefleyerek yazmadığı her satırından belli olan ödüllü yazar, nevrotik karakterler uzmanı Nick Hornby’nin iyi bir “kafası” var. Ama yine de bu yazarı ilk defa okuyacak olanlara “Ölümüne Sadakat”le başlamalarını öneririm.
Türkiye’de İlgi Görüyor
Nick Hornby’nin bütün kitapları Türkçede Sel Yayınları etiketiyle yayınlandı. Sel Yayınlarının sahibi İrfan Sancı, Türkiye’de Hornby’e büyük bir ilgi olduğunu söylüyor. Aralık ayı başında, Karga’da, yazarın 31 Songs (31 Şarkı) adlı kitabında yer verdiği şarkıların çalındığı kalabalık geceyi düşünecek olursak, hayranlarının bağlılığını anlamak daha kolay olur. Genelde bütün kitapları ilgi gören Hornby’nin Türkiye’de en çok satan kitapları yaklaşık 8000’lik bir satışla Fever Pitch (Futbol Ateşi) ve 6000’lik satışla High Fidelity (Ölümüne Sadakat). İstanbul Kitap Fuarının ilk günlerinde raflara çıkan Juliet Çıplak, henüz 2000 adetlik ilk baskısında.
Bir kere daha okuyacağım yazdıklarınızı, çok başarılı buluyorum Nick Hornby'ı aynı şekilde.İlk olarak "İyi de nasıl?"ı okudum.Müzikle alakasını hiç bilmiyordum mutlaka dinleyeceğim:)
son günlerde yoğun bir şekilde "high fidelity" filmi üzerine konuşuyordum arkadaşlarımla, hatta filmi tekrar izledim ve tabi "the beta band"…Nick Hornby beni İngiltere günlerine götürür…