• Hafta sonu İzmir’deydim. Forum Bornova’nın içindeki D&R’da bir imza günüm vardı. Okurların her biriyle zaman elverdiğince ve elimden geldiğince sohbet etmeye çalıştım. Kimi zaman bu sohbetler, bana bilmediğim dünyaların kapılarını açıyor. Gelen herkese teşekkür ederim. Fil Uçuşu’nu takip ettiğini söyleyen okurlarla da tanışmış oldum, heyecanlandım.
• Metis Yayınları Andrey Platonov kitaplarını üst üste yayınladı. Önce öyküler geldi: “Dönüş”. Ardından iki güçlü roman; “Çevengur” ve “Can”. Her üç kitap için de önce Metis Yayınlarına sonra da çevirmen Günay Çetao Kızılırmak’a teşekkür etmek lazım. Öyküleri kendi merakımla keşfedip okumuş ve çok sevmiştim. (Hatta daha önce Fil Uçuşu’nda “Platonov’un öyküleri: Dönüş” başlıklı bir yazı yazmıştım.) Romanlar ise Dünya Kitap Ödülleri için masamdaydı. Bu güçlü, muhalif yazarın “Can” adlı romanı beni daha çok etkilemişti. Hafta sonu “Can”ı bir kere daha gözden geçirdim, defterime notlar düştüm: “…farkına varmadığımız bir saadet sıkça yaşar gider böyle yanı başımızda.”
• 7 Aralık Salı günü Ankara Alman Kültür Merkezi’nde olmak isterdim. 16. Gezici Festival kapsamında bir panel var: “Taşrada Var Bir Zaman” Yöneten Umut Tümay Arslan, konuşmacılar da Zeki Demirkubuz ve Tanıl Bora. Hem Demirkubuz’u hem de Bora’yı sürekli takip eder ve çok severim. Ankara’yı çok sevdiğimi zaten herkes bilir. Gezici Festivali ve düzenleyen dostları da çok sevdiğime göre, bu panelde olma isteğim gayet net anlaşılabilir. Ne yapalım, kısmet değilmiş!
• Biraz kafa dağıtmak için bir film aradım televizyonda. Hafif, uçucu bir film. tv8’de Kate Winslet ile Cameron Diaz’ın oynadığı bir film buldum: “Tatil”. Ama filmden çok Türkçe seslendirmesine takıldım. Kötü bir seslendirmeydi. Bu işin hangi koşullarda, nasıl bir tempoyla, nasıl çevirilerle, hangi paralara yapıldığını biliyorum ve sonuna kadar anlayış göstermeye hazırım. Benzer kötülüklerdeki işleri ben de yapmışımdır, sütten çıkma ak kaşık değilim. Başta televizyon kanalları olmak üzere, aracı firmaların “ucuzcu” zihniyeti sürdükçe hiçbir şeyin değişmeyeceğini de biliyorum. En fenası o “ucuz” numaraların işi yapanlar tarafından da içselleştirilmiş olması. Bu konuda konuşmayı sevmiyorum, hele hele ukalalık yapmak çirkin ve ahlaksız geliyor bana ama bir yandan da seyirciye bunun yapılmasını sindiremiyorum.
can çok etkilendiğim bir kitap olmuştu, hele de platonovun hayatını incelediğimde. hatta bloğumda bir kısmını yazmıştım…
"onları tanıyorum ben orada doğdum dedi",dedi cagatayev.
"zaten bu yüzden oraya gönderiliyorsunuz "dedi, sekreter. "o kabilenin adı ne biliyor musun?"
"aslında gerçek bir adı yok ama kendilerine bir takma ad takmışlar."
"nedir?"
"can .ruh yada değerli hayat anlamına geliyor.onların ruhlarından ve annelerinin kendilerine doğarken verdiği değerli hayatlarınadan başka hiçbir şeyleri yok."
sekreter kaşlarını çattı,üzgün görünüyordu.
"yani,sahip oldukları tek şey bedenlerinin içindeki kalpleri,ona da sadece…"
"sadece kalpleri diye tekrarladı cagatayev."hayatlarında başka hiçbir şeyleri yok; bedenleri dışında hiçbirşey onlara ait değil.aslında bedenleri de kendilerine ait değil,sadece öyleymiş gibi görünüyor."…
imza günündeki samimiyetiniz için çok teşekkürler, yine gelin izmir'e 🙂
bu arada seslendirmelerle ilgili size katılıyorum. sinemada bence fena iler çıkarmıyoruz ama iş televizyona gelince gerçekten çok kötü. bazen sırf izlemek istediğim bi filmi, seslendirmesi berbat olduğu için izlemiyorum televizyonda.
Platonov hatırlatmanız için teşekkürler.Okuma listesinde onu başlara yazmak uygun olacaktır.Bu arada sizi Samsuna da bekliyoruz.Buraya uzun zamandır sizin gibi değerli edebiyat insanları uğramıyor.Bekliyoruz.
izmir'deki imza gününüz çok güzeldi. fil uçuşunu takip edenlerden biriyim.. ilgiyle, beğeniyle..
Güler yüzünüzle İzmir'de bizlerle olduğunuz için tekrar teşekkürler…
Tv 8 deki filmler konusunda ben de biraz dertliyim… filmler güzel ama seslendirmeler itinayla yapılmamışizlenimi veriyor çoğu zaman. öyle olunca filmin güzel olması bir şey ifade etmiyor aslında…
Dublajlı film izleyememek gibi bir takıntım olduğu için kendimi anormal hissetmeme gerek yok o halde. Bunun tek istisnası, belki ilk olarak kız(lar)ımla izlediğim için mi bilemiyorum ama, Buz Devri, Shrek, Oyuncak Hikayesi ve Madagaskar gibi animasyonlar. Aynı filmlerin orijinalini de ayrıca izlediğim halde, Türkçe dublajlıları tercih ediyorum. Bunda az da olsa (!) sözünü ettiğim seslendirmelerin "müthiş" olmasının bir payı var mı bilemiyorum. Okan Bayülgen'siz bir Shrek'i, Mehmet Ali Erbil'siz Shrek'in eşeğini; Ali Püsküllüoğlu olmadan Mamut Manfred'i, Haluk Bilginer'siz kaplan Diego'yu ve bilin-bakalım-kim olmadan Sid'i düşünemiyorum.