O Mektup

    
Adam bana bakıyor.

Tam ayaklarımın arasında duran sırt çantamın ön gözünden sigara paketini almak için eğildiğim sırada fark ediyorum bana baktığını. Armuda benzeyen kafasının üstünde iki küçük nokta gibi duran mavi gözlerini benden ayırmıyor. Katlana katlana boynunu örten gerdanı, sarkık gözaltları, sıkıntıdan şişirilmiş gibi duran yanakları, gömleğinin düğmelerini geren bir göbeği var. Kısa kesilmiş kirpi saçları, griden beyaza dönüyor. Altmış yaşlarında olmalı, belki daha da fazla. Beyaz gömleği ve ütülü gri pantolonuyla uyumsuz, daha çok yeniyetmelerin ayağında görülen türden rengârenk bir spor ayakkabı giymiş. Uyanık olduğu her saat bir şeyler tıkınıyor izlenimi veren bir adam. Etli, mor dudaklarına dikkatlice baktığımda mırıldandığını görüyorum. Belki de göz göze gelmemizden az önce ağzına attığı bir simit parçasını sindirmeye çalışıyor.

Ben bakmazsam o da bana bakmayacak; sırt çantama saklanmaya karar veriyorum. Kitaplarım, defterlerim, kalemlerim, biri tarçınlı biri naneli iki paket sakız, farklı sertliklerde üç paket sigara, ucuzundan bir çakmak, cep telefonum, kanserojen olduğunu bildiğim halde uzun süredir vazgeçemediğim suni tatlandırıcım, çantanın içine gelişigüzel atılmış not kağıtları, yazarkasa fişleri, gözlük kılıfım, gazete kağıdına sarılı yarım poğaça ve bir mektup… O mektup… Çantanın içinde saklanacak yer yok. Sigara paketlerinden biriyle çakmağımı alıyorum, cesurca kaldırıyorum başımı. Hala bana bakıyor.

Donup kalıyorum. Adamın bakmakla kalmadığını, beni gördüğünü o an anlıyorum.

Adam yokmuş gibi davranmaya çalışıyorum bir süre. Bacak bacak üstüne atıp, sağ tarafa kaykılıyorum; tahterevalli, zinciri kopuk salıncak, paslanmış kaydıraktan ve kum havuzunun olduğu tarafa dönüyorum böylece. Mavi tulumlu oğlan çocuğu sarsak hareketlerle salıncağa doğru yürüyor. En az iki katı yaşında bir çocuk, türlü akrobatik hareketlerle sallanıyor. Kum havuzunun hemen yanındaki bankta sarışın bir kadın oturuyor, belli ki mavi tulumlunun bakıcısı. Şimdi mavi tulumlu akrobatın inmesini isteyecek, akrobat inmeyecek, mavi tulumlunun bakıcısı koşarak gelecek, akrobat ona dil çıkaracak, hatta belki küfür edecek, kadın bağırmaya başlayacak, mavi tulumlu huzurlu ev ortamının dışındaki bu kargaşayı daha fazla taşıyamayıp ağlamaya başlayacak. Sıradan bir park, sıradan bir gün.

Mavi tulumlu, kurgumu boşa çıkarmak istercesine geri dönüyor. Akrobat da bir macera filminin kahramanı gibi sıçrayıp iniveriyor salıncaktan. Bakıcı olan bitenin farkında bile değil. Akrobat, elini cebine sokup uzaklaşıyor. Bütün bunları izlerken, bir anlığına, adamın bana baktığını unutuyorum. Hala bakıp bakmadığını merak ediyorum. Çaktırmadan kontrol etmeliyim. Tekrar soluma döndüğümde…

…adam bana doğru yürüyor.

“Rahatsız ediyorum beyefendi,” diyor, “ateşinizi rica edebilir miyim?”

İki adım ötemde duruyor. Sağ elinde yakılmaya hazır bir sigara, gülümsüyor. Tanımadığımız birinden bir şeyler isterken dudaklarımıza yerleştirdiğimiz sahte gülücüklerden çok farklı, içten, yıllardır birbirimizden ateş istermişiz hissi veren bir gülücük bu. O kadar içten ki korkuyorum. Kafamın içinde uzun süredir dinlemediğim bir şarkının melodisi çınlamaya başlıyor. Derin bir nefes alıyorum; konuşacak mıyım bu adamla yoksa sessizce çakmağımı uzatıp gitmesini mi bekleyeceğim?

Üstünde çirkin bir at deseni olan ucuz çakmağımı uzatıyorum. Alırken ellerimizin birbirine değmemesine özen gösteriyor. Çakmak tombul parmaklarının arasında kayboluyor, sol elini ateşe siper edip yakıyor sigarasını. İlk nefesi iştahla yutarken başparmağıyla işaret parmağının arasına sıkıştırdığı çakmağı uzatıyor. Serçe parmağı garip bir şekilde havaya kalkıyor bunu yaparken; gülmek istiyorum.

“Teşekkür ederim.”

Gidecek şimdi. Gitmek zorunda. Konuşamam çünkü. Konuşacak halde değilim.

“Ben her gün bu saatlerde gelirim buraya. Ama sizi ilk kez görüyorum. Buralarda oturmuyorsunuz galiba?”

Bir televizyon dizisinin iki sıradan karakteri gibiyiz. Havadan sudan konuşacağız biraz, sonra konu başrollerden birine bağlanacak. Bir sır vereceğiz birbirimize, aslında seyirciye duyurmak istediğimizi belli etmemeye çalışarak. Başarısız oyunculuklarımız bir müsamere havası estirmeye başladığında yönetmenin “Keees!” diye bağırdığını duyacağız. Titreyerek beklemeye başlayacağız; acaba yönetmen fırçasını hangimiz yiyeceğiz bugün. İkimiz de şerbetliyiz böylesi bağırış çağırışlara. Tek derdimiz para. Setten kovulmamak için her türlü yalakalığı yapmaya hazırız. Şişman arkadaşım benden daha sevimli görünüyor, ben bu somurtkanlıkla yönetmenin gönlüne giremem.

“Sabahları ben genelde Eminönü tarafında oluyorum. Emekli olduktan sonra da ayağımı kesemedim oralardan. İnsan hiçbir şey olmasa eşini dostunu görmek istiyor.”

Bana ne bunlardan? Ben sana şu anda neden parkta olduğumu anlatıyor muyum? Ben sana o mektupta neler yazdığını anlatıyor muyum? Midemden pis, yeşil bir sıvı yükseliyor, boğazım yanıyor. Kuru kuru öksürüyorum. Kusmak istiyorum.

“Yakında burayı da arar olacağız,” diyor yanıma otururken. “Belediye yıkım kararı almış. Güya buraya daha güzel bir tesis yapacaklarmış. Yalan! Kuyruklu yalan! Bakın ben size olacağı söyleyeyim beyefendi. Bir ihale açar bunlar, o da zaten danışıklı dövüştür. Sonra buraya artık çay bahçesi mi olur, lokanta mı olur, yoksa üç-beş mağazalı bir alışveriş merkezi mi olur, yaparlar öyle bir şey, götürürler parayı. Yahu avuç içi kadar parktan ne istiyorsunuz kardeşim? Dertleri güzelleştirmek olsa, hiç yıkmaya kalkmazlar, şöyle sağını-solunu düzeltirler olur biter.”

Avuç içi kadar bir parkta, hiç tanımadığım bir adamla yan yana oturuyoruz. Sigara içiyoruz ikimiz de. Küçük gözleri ışıl ışıl, bir dost bulmuş olmanın heyecanıyla anlatıp duruyor. Muhtarlık seçimlerindeki hilelerden, mahallenin on yıl önceki güzelliğinden, hemen karşı apartmanda oturan çok değerli gazeteci bey olmasa başına geleceklerden söz ediyor. Şaşırıyorum, kızıyorum, onaylıyorum.

Yorumlar (10)

Öyküye ismini veren 'O mektup'un gizemi nasıl çözülecek???

Yine de adamdaki bütün detayları gözlemlemiş ve tüm anlattıklarını dinlemişsiniz 🙂

Bu amcalara sadece parklarda değil, otobüste, durakta, bazen bi markette yani her yerde rastlayabiliyorum. Hatta arkadaşlarım arasında da, çoğu zaman yanımda ağırlık veren bir gölgem gibi hissettiğim arkadaşlarım(!) var.

Belki de ben çok az konuşuyorum. Az konuşuyorum çok düşünüyorum. Bu durum beni de parkta çantasında 'o mektubu' saklayan kişinin yerine koyuyor çoğu zaman; bana ne bunlardan? diye geçirirken içimden başımla onaylıyorum söylediklerini.

Pek sevdiğim bi huyum değil, çok düşünmeyi ve daha çok konuşabilmeyi isterdim.

'O mektup'tan benim çantamda da var bir tane. Ben düşündüklerimi yazıp çantama koyuyorum o mektupları. Kimseye okumuyorum, yırtıp atamıyorum da…

Öykünün devamını yayınlayacak mısınız?

gizemli bir mektup.acaba 'o mektup'un sırları ortaya dökülecek mi??

O mektup hakikaten bir sır.Birkaç aklı başında sonuç çıkarmaya çalıştım. Belki onlardan birine karşılık gelir diye bu sır. Birçok defa okudum.Adamın durduk yere hiç tanımadığı birine yaşamından kesitler vermesiyle, hiç bahsedilmeyen 'o mektup' arasında bağ kurmaya çalıştım. O mektupla ne demek istendiğini anlatıcı anlatmış olsaydı şayet adama karşı "içtenlik" korkusunu yenmiş mi olacaktı? Tanımadığı birine bir şeyler anlatabiliyor olmasına mı şaşırıyor, kızıyor anlatıcı? O mektuptan bahsedilmeme nedeni bir çeşit güvensizlik anlamına gelebilir mi hayata ve insanlara karşı? Bu korkuda kalmak ister gibi bir hali var sanki. Hadi desem ki anlatıcı ve o adam aslında aynı kişi. Bu da ayrı bir muamma. Öyle ya da böyle 'o mektup' anlatıcıda saklı kalmış. Merak ettim:)

O adamı dinlemesi iyi olmuş, o adam onu anlayabilir ya da onun anlamasına yardım edebilir.

Evet, o mektubu sürekli hatırlamalı, hatırlamalı, hatırlamalı… Her hatırlayıştan sonra midesinden pis, yeşil bir sıvı yükselmeli, boğazı yanmalı; kuru kuru öksürmeli. Ta ki mektubu tamamen sindirip sonra da kalanları kusana kadar o mektubu hatırlamalı.

Bir de "What We Talk When We Don't Talk About Love" diye kitap yazılmalı.

Sağlıcakla,

Kendi kendine konuşuyor aslında adam ve öyle görünmemek için yanında oturuyor.. Hatta belki çakmağı bile var derdi yalnız kalmamak değil, dinlemek değil sadece konuşmak konuşmak..

Hastanede sıramı beklerken yanımdaki mavi gözlü teyze gülümsedi açılan avucuma."Korkma."dedi bana,korkmadım.Bu öykünüzü okurken o teyze geldi aklıma.Gözlerim yaşardı birazcık,sevindim.Teşekkürler Yekta Kopan…

Bir romanın başlangıcı olsa, kitabı elimden bir an bile bırakmadan bitirebileceğimi hissettirdi.

bir yorum bırakın