Roman, hayatın neresinde?

Bir üçüncü sayfa haberi. İki kafadarın akıllara durgunluk verecek dolandırıcılığını anlatan bir haber. İki arkadaş, birinin ağabeyinin askerlik fotoğraflarına bakıp, en saf görünümlü kişiyi kurban olarak seçiyor. Bir çiftçi bu. Daha sonra alçıdan bereket tanrısı heykeline benzer bir heykel yapıp, hatta bir de sarı-yaldızlı boya ile boyayıp, bu çiftçinin bahçesine gömüyorlar. Ertesi gün çiftçinin kapısını çalıp kendilerini bir sanat uzmanı ve Amerikalı bir arkeolog olarak tanıtıyorlar. Kurbana, bahçesinde çok değerli bir heykel olduğunu söyleyip, kazıya ikna ediyorlar. Kazı sonucunda bahçeden bir gün önce gömdükleri, altın renginde bir heykel çıkıyor. Bu heykelin yüz binlerce dolar ettiğini ama satış işlemini yapmak için on beş bin dolar gerektiğini söylüyorlar. Adam dokuz bin dolar bulabiliyor. Onlar da gidip piyasa araştırması yapacaklarını, bir iki gün içinde gelip kalan altı bin doları alacaklarını söylüyorlar. Bu arada da heykelin lanetli olduğunu ve dokunmaması gerektiğini söylüyorlar. Ama çiftçi merakına yenik düşüp heykelin orasını burasını kurcalayınca, dolandırıldığını anlıyor ve iki gün sonra altı bin dolar için geri gelen kafadarlar da yakayı ele veriyor. Dolandırıcılar sorgulamalarında bu planı, okudukları bir kitaptan esinlenerek yaptıklarını söylüyorlar.

Haberin en güzel kısmı şu ki; okudukları kitabın sonunda da dolandırıcılar yakayı ele veriyormuş.

Bu haber sanat mı yaşamı taklit eder, yaşam mı sanatı paradoksunu farklı bir açıdan düşünmeme neden olur.

Yazarların sıklıkla karşılaştıkları sorulardan biri şu olsa gerek; “Yazdıklarınızın ne kadarını, karakterlerinizin hangilerini gerçek yaşamınızdan aldınız?” Bu tip sorularda altının özellikle çizilmesini düşündüğüm kelime “gerçek”. Bütün bu soruların, okurun yazardan ve okuduğu eserden gerçeklik beklentisi içinde olduğunu göstermekten öte bir anlamı olsa gerek.

Edebiyatla ilgilenenlerin iyi bildiği ve Balzac’a ait olduğu söylenen bir anekdot vardır. Zamanının soylularından biri bir toplantıda Balzac ile tanıştırılır ve yazara romanlarından birinde Fontainblau Korusu’nu ne kadar olağanüstü bir gerçeklikle tasvir ettiğini söyler. Sonra da yazara bu koruya ne zaman gittiğini, incelemesini nasıl yaptığını sorar. Balzac, oraya hiç gitmediğini, hiç görmediğini söyler. Tasvirin başarısı yazarın, kurmaca dünyadaki başarısıdır.

Bu noktada bir başka soru da sorulabilir. Yazar, hiç gitmediği bir yeri, orayı iyi bilen birini bile kandıracak kadar iyi aktarmayı nasıl başarmıştır? Belki çevresindekilerden öğrendikleri, belki o bölgeyle ilgili okuduğu eserler belki de başka korular konusundaki bilgileri, Balzac’ın başarısının anahtarları olabilir. Kaldı ki, bütün bunlar olmasa da, sadece düşlediği şekilde anlatırken seçtiği kelimeler, kurgusu, tasvirleri olay örgüsünün içine yerleştirişi, okurda bu yanılsamayı yaratabilir. Hiçbir tarihi eserinden, caddesinden, kafesinden söz etmeyen ama Paris’te geçen bir roman bizi çok etkileyebileceği gibi, bütün bu detaylardan yoğunlukla söz eden başarısız bir roman da olabilir.

Balzac örneğinin bendeki karşılığı, yazarın öncelikle bilgi birikimini estetik düzeye taşıyabilecek yoğunlukta olması gerekliliğidir. Yazar, anlatacağı konu ne olursa olsun, yoğun bir bilgi birikimine sahip olmalıdır. Bilim, tarih, ekonomi, matematik, sosyal bilimler, psikoloji, coğrafya ve özellikle diğer bütün sanat alanları… Ama eserini meydana getirirken bütün bu bilgilerin akademik aktarımından uzaklaşıp, estetik bir bütüne ulaşmayı başarabilmelidir. Önemli olan bu bilgileri, eserin kurmaca yanını öne çıkaracak şekilde nesnelleştirebilmesidir.

Yazarlara sorulan bir başka soru ise gözlem yeteneği ile ilgilidir. Genel kanı, yazarın eserini gözlemlerini kurgulayarak aktardığı yönündedir. Açıkçası bu çok katılmadığım bir kanıdır. Hiçbir yazarın yaratısını gözlem yeteneğine dayandırdığına inanmam. Böyle olsaydı edebiyat “kurmaca/fiction” özelliğiyle değil “gözlem/observation” özelliğiyle anılan bir sanat alanı olurdu. Bu kanının “hayatımı yazsam roman olur” söyleminin bir uzantısı olduğunu düşünüyorum. Buradan yazarların yaşadıkları dünyayı gözlemediğine, değerlendirmediğine ve en geniş anlamıyla “okumadığına” dair bir sonuç çıkmamalı. Tabii ki oluşturacağı mimari yapının, hayat bütünü içindeki konumunu görebilmek için “gözlem” de yapmalıdır yazar, ancak bu içselleşmiş bir eylemdir. Bunu yazarlığın kimlik/kişilik üstünden de açıklayabiliriz. Yazarlığı bir kimlik olarak gören kişi için gözlem yapılması gereken bir eylemken, yazarlığı kişiliğinin bir parçası olarak gören kişi için gündelik davranışlarının üstünde durup düşünmediği bir parçasıdır.

Şu hayatımı yazsam roman olur söylemine yeniden dönmek gerekiyor. İlk duyulduğunda sevimli gelen ve söyleyenin ne büyük bir yaşam deneyimi olduğunu gösteren bu söz, genel bir edebiyatın algısına yaklaştığında büyük bir yanılgı yaratmaktadır. Çünkü bu söylem sadece edebiyatta değil, genel olarak sanat yapıtının oluşturulmasında bilgi birikiminin dışlayan bir söylemdir. Eserin oluşmasında “kurmaca”nın önemi bu noktada ortaya çıkıyor.

Kurmaca nedir? Kurmaca sanatçı için fiziksel dünyanın dışındaki etkinliktir. Tam tersten de söyleyebiliriz: Edebiyatçı için gerçeklik, yazılı dünyanın içindeki her şeydir. Böylece gerçek kavramının yaratıcı yazar açısından algılanışı da bir anlamda cevaplanmış oluyor. İçinde yaşadığımız dünya, nasıl tanımlanmış bir zaman anlayışıyla akıp gidiyorsa, kurmaca dünya da sanatçı için farklı bir süreçle akıp gitmektedir. Bu süreç, kurmacanın dinamikleriyle tanımlanabilir ama çoğu sanatçı böylesi tanımlamalara karşıdır sanırım. Çünkü yaratıcılık her şeyden önce bireysel bir eylemdir.

Peki, kurmaca, gerçek zamandan tümüyle kopuk mudur? Bu soru edebiyat, yaşamdan tümüyle kopuk mudur biçiminde de sorulabilir. Elbette böylesi bir kopukluktan söz etmek yanlış olacaktır. Aksine kurmaca yapmakta asıl amaç gerçekliği anlamlandırabilmektir. Mitolojilerin, dinlerin, felsefenin ve bilimin ne olduğunu anlamaya, tanımlamaya çalıştığı gerçekliği, estetik değerler doğrultusunda çözümlemeye çalışmaktır.

Bielinskiy’nin bir sözü var: “Sanatçı, gerçeği eserinde yeniden yaratır, doğaya ekler.”

Zaten var olan üstüne söz söylemekten öteye geçerek, var olana eklenecek, nesnelleştirdiği karakterler ve tablolar yaratmak yazarın estetik duruşunu kurmaca düzeyinde yaratması anlamına geliyor. Nabokov’un Lolita’sı yaratıldığı andan bu yana var olana eklemlenmiş ve var olanın içinde kendi gerçeğini oluşturmayı başarmıştır. Örnekler çoğaltılabilir: Don Kişot, Raskolnikov, Selim Işık, Zebercet… Bu bağlamda sanatın, gündelik yaşama sadece söylem değil aynı zamanda kavram da ihraç ettiğini söylemeliyiz. Oysa tam tersi çok da söz konusu değildir. Gündelik yaşam edebiyatın içine mutlaka girer ve girecektir ama bu giriş bir ithalden çok yaratılacak kurmaca dünyanın tanımlanabilmesini sağlayacak aracıdır.

Bu aktarım sadece karakter tanımlaması boyutuyla sınırlı değildir: Siyaset ve ticaret nasıl gündelik yaşama kavramlar sokuyorsa, edebiyat da entelektüel dünyaya kavramlar ve söylemler sokmaktadır. Ama aradaki önemli fark, örneğin siyasetin ya da televizyon programlarının gündelik hayata sundukları, dönemle ve konjonktürle sınırlıyken, edebiyatın düşünce dünyasına katkısı zamansızdır. Popüler kültürün hayata yerleştirmeye çalıştığı söylemler, kullanıldıkları günlerdeki anlamlarını tümüyle yitirmişlerdir, yitireceklerdir. Ancak Don Kişot’un, Hamlet’in, Cyrano’nun, Mümtaz’ın sözleri düşünce dünyasındaki yerlerini kaybetmeyeceklerdir.

Edebiyatın gündelik yaşamdan beslendiği anlar, yaratılacak kurmaca dünyanın gerçeklik düzeyinde tanımlanabilmesi ve genelleşmiş algılarla örtüşebilmesi için gereklidir. Ancak bu edebiyatın, estetik bir eylem olduğunu ve bu eylemde kurmaca yönünün ağırlıklı olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Edebiyatçı zaten var olana yeni bir anlam yüklemek ve var olandan hareket ederek imgelem düzeyinde yeni bir boyut yaratabilen kişidir. Bu anlamda tam da hayatın içinde, hayatla birlikte var ettiği eseri, bir yönüyle hayatın da ötesinde, yeni bir gerçeklik boyutu taşımaktadır.

Hayatın roman içindeki yeri konuşulurken, elbette deneyimlerden ve keskin gözlemlerden yola çıkan eserlere, özyaşamöykülerine de bakmak gerekir. Ancak bunları kurmaca eserler bütününden ayrı bir yerde değerlendirmekte fayda var. Böyle bir değerlendirmede denebilir ki “hayatlar roman olamaz” ama “romanlar yeni hayatlar önerebilir”.

Bütün bu yorumların hem yanında hem de dışında örnekler vardır Türk ve dünya edebiyatında. Neredeyse özyaşamöyküsü olan ve teknik, kurgu, dil konusunda yenilikler barındırmayan ve okurun belleğinde derin izler bırakmış romanlardan tutun da, kurmacanın çoğu özelliğine, atmosfere, psikolojiye özen göstermiş ama tadı tuzu olmayan romanlar. Burada da yazarın eli ve metnin okurun algısında yaratılmasını sağlayacak anahtarları doğru kapıları açmak için kullanabilme yeteneği devreye girmektedir. Çünkü sonuç olarak unutulmamalıdır ki, edebiyatçı için yaşanan dünya da, yazılan dünya da hayatın ta kendisidir. Ve ben böyle düşünen her yazarın çabasına, en azından kalemlerini hokka yerine kendi damarlarına batırıp yazacak kadar cesur olduklarından sevgi duyarım.

Comments (6)

"Edebiyatçı için yaşanan dünya da, yazılan dünya da hayatın ta kendisidir." Okuyucu için ise bence yazarın yarattığı dünya okuyucunun görmek, bilmek ve yaşamak istediği dünyanın ta kendisidir çoğu zaman. O yüzden orası gerçekte neresidir sorgulamayız. Orası bizim kitap sayfalarında tanıdığımız yerdir, ötesi yok.

Müthiş örneklemelerle harmanlamışsınız bu güzel yazıyı. Balzac'ın Fontainblau Korusu örneği özellikle..
Düşüncelerinize tamamen katıldığımı bilmenizi isterim.
Teşekkürler..Saygılar…

Öncelikle ellerinize sağlık. Oldukça açıklayıcı, derli toplu ve zihin açan bir yazı. Üstelik, edebiyatçı olmak isteyenler için de ezberleri bozan, cesaretlendiren yönü var ki, en önemlisi bu bence. Böyle bir çalışmanız var mı bilmiyorum, ancak ben yazarlık üzerine bu tatta devam eden bir kitabı dikkatle, altını çizerek, notlar alarak okumak isterdim.

Çocukluğumda Kaygısızlar diye bir dizi vardı. O yıllarda çok keyifle izlerdim. Ve yazdığınız olayın çok benzeri dizide olmuştu. Sanırım çocuk aklımla da baya hafızamda yer etmiş ki siz bunu yazınca birden anımsayıverdim. Tvnin iyi ve kötü yanlarıyla topluma etkileri sıkça tartışılıyor. Ama edebiyatın böyle bir etkiyle karşı karşıya kalması içler acısı ancak ben durumun insanın vicdanıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Vicdani, ahlaki değerleri oturmamış insanların herhangi bir şeyden etkilenebilmesi muhtemel. Yani adamın içinde kötülük varsa A yolundan değil B yolunda da yapması kaçınılmazdır.

Kaleminize sağlık,
Ben de yıllar önce yazdığım bir öyküde Kolombiya'yı anlatmıştım. Bırakın Kolombiya'yı, Amerika kıtasına bile ayak basmış değilim. Bir kurmaca yapıtta anlatılan yerin önemini öykünün akışı belirler ve yazar bildiği derecede mekanı konuşturur yapıtında. Fazlası yanıltıcı olabileceği gibi kurmacanın akışını durgunlaştırabilir…
Sevgiler,
A.

Son üç tümcenizi düşünerek : Hiçbir yazarın salt kendi yaşamı belki anlatmaya değer bir kurguyu doğurmaz. Ama ne yani ilginç yaşamı olmayanlar yazamazlar mı? Bu soruyu kendime yıllarca sormuştum. Sonra Calvino'yu tanıdım, sinir bozucu kurgu dehasına hayran kaldım. Hele "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu" gibi başlığının bile sonunun gelmediği karma karışık iç içe geçmiş on roman başlangıcından doğan biricik romanıyla tanışınca bildiğimden şaştım. Galiba ondan sonra kurguda "vaka"dan vazgeçtim. Eğer bu bir kabahatse ilginç olaylar yerine ilginç tümcelerin peşine düşüşümüzün suçlusu kim? Bir de Balzac okurken aslında onun da olay değil sözcenin peşinde koştuğunu fark edince çok kötü bozuluyorsunuz, "Klasik olay kurgusu öldü yaşasın durum anlatıları ve çılgın, özgün dilsel kurgusal yaklaşımlar!" sloganını bir anlık gafletle Calvino'nun verdiği havayla avaz avaz söylediğiniz için. Son tahlilde öyle ya da böyle romanlar/öyküler yani kurgular olmasa kahrımızdan ölürdük. Sonsuz mutluluğun olmadığını bildiğimiz şu dünyadaki nadir teselli kaynaklarımız onlar. Ve elbet onları yazan yüce gönüllü yazıcıları.

Leave a comment