Büyük suça doğrudan ortağız. Tarihi onunla yazdık, zevk salyaları akıttık, istatistiki bilgiye çevirdik, bir savaşı canlı yayında izledik, suçluyuz. Kendimizi kandıracağımız, kaçmayı başarabileceğimiz, aklayacağımız bir yönü yok bunun. O sonu gelmez vahşet senfonisinde her birimizin kulak yırtan bir solosu var. İnsanlık dediğimiz bütünün içinde, gırtlağımızın en dibinden çıkan karanlık seslerle kükredik. Her an daha da parçalanmalı vicdanımız; eğer hala bir vicdanı varsa insanlığın. Savaşlarda ölenlerin bir adı var, bir yaşamı, bir hikayesi var. İkinci Dünya Savaşı’nda ölen altı milyon insanın, her birinin bir adı, bir hikayesi var. O insanların katili olanların da. Tıpkı bizim gibi.
Howard W.Campbell Jr., bir sığınakta ölümü beklemekten farkı olmayan New York yaşamında, bir dost edinir: George Kraft. Aslında Campbell’i avlamak niyetindeki bu Rus ajanı ile, savaşın bir akıl oyunundaki simgesel karşılığı üstünden, satranç taşları üstünden karşılaşırlar. Yalnızlığa ve tecrit edilmişliğe dayanamayan tiyatro yazarı Campbell, sonunda bir ağaç oyma seti alıp, satranç taşları yapar. Yaptığı olağanüstü şeyi, hala yaşayanlar arasından birine göstermeye mecbur hisseder kendini ve ressam komşusu Kraft’ın kapısını çalar. Bir yazar ve bir ressam. Kraft “Gelecek medeniyetler –bundan daha iyi medeniyetler- insanı ne kadar sanatçı olduğuyla yargılayacak, ürettiklerimizin niteliğiyle yargılanacağız, hakkımızdaki geri kalan her şey sıkıcı,” der bir gün. Kraft’ın “geri kalan her şey” dediği yaşamda, bir savaş suçu gizlidir oysa. Altı milyon insanın ölümüyle sonuçlanan bir savaşın ağır yükü.
Kurt Vonnegut, 60’lı yıllarda elden ele, cepten cebe dolaşan kitabı “Gece Ana”da bir savaş suçlusu olan Howard W.Campbell Jr.’in itiraflarına götürür okurlarını. Bir Amerikalı olan Campbell’in Almanlaşma sürecini, babasının çalışmakta olduğu General Electric’in Berlin ofisine tayin edilmesiyle başlatır Vonnegut. Kapitalist yayılma, yurtseverlik- yurtsuzluk eksenini kendiliğinden yaratır böylece. Önemli olan bayrak değil, General Electric’in logosudur aslında. Zaman içinde, Almanca yazan ve düşünen bir oyun yazarı olur Campbell. Berlin polis şefinin kızıyla evlenir ve büyük savaş başladığında da “Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı”nda çalışmaya başlar. Artık, Amerikan sorunlarıyla ilgili başuzmandır. Vonnegut bu kısa yaşam öyküsüyle bile unutulmaz bir roman kahramanı armağan eder edebiyat tarihine.
Campbell, Nazizm propagandasının en önemli kalemlerinden biri olur zaman içinde. 1938 yılında, çıldırmış bir dünyada, aşklarıyla ayakta kalmaya çalışan bir çifti anlatmak istediği “İki Kişilik Ulus” adlı oyununu yazmakta olduğu günlerde, bir Amerikan ajanı olarak görevlendirilir. Durumu, kendisine verilen parola ile cevapta gizlidir aslında. Parola: “Yeni arkadaşlar edinin.” Cevap: “Ama eskilerini tutun.” Artık Amerika’yla arkadaştır; Almanya’yı da elinde tutmak kaydıyla. Aslında, yurtsuz Campbell için sadece o iki kişilik ulus önemlidir, kendisine verilen emirleri sorgusuzca uygulamasını, hep aşkını ve sanatını yaşayabilmek isteminin bir parçası olarak aklar zihninde. Ama gerçeğin de farkındadır. “İnsan, askeri bir varlık,” diye düşünen, tartışmasız bir savaş suçlusudur Campbell.
Vonnegut’un “Gece Ana”sı sıklıkla savaş günlerine dönse de, aslında savaş sonrasının New York’unda geçer. Soğuk Savaş günlerinin çıldırmış dünyasında. Campbell, yine bildiği bayrağa/logoya sığınmıştır bir anlamda; yaratıcılığını General Electric firması için basın bültenleri yazarak kullanmaktadır. Üstelik o çılgın dünyanın neredeyse bütün başat figürleri bu savaş suçlusunun peşindedir; Sovyetler, İsrail, Amerikan ordusu, savaşta yakınlarını kaybedenler ve hatta onu savunmak için bir duvar örmeye çalışan Yahudi karşıtı Beyaz Hıristiyan Fedai’ler… Vonnegut’un bu kadar bıçak sırtı bir konuda ve durumda, cesurca kullandığı alaycı dil, topyekûn deliliğin daha da acımasızca hissedilmesini sağlar. Yaşanan her olay, okurun bir kez daha aynı soruyu sormasına neden olur: Bütün bu yaşananların, savaşın, savaş sonrası deliliğinin neresinde duruyorum; suça ne kadar ortağım?
Sorunun cevabını, belli bir noktaya kadar da olsa, yine Campbell verir: “Ben her zaman ne yaptığımızın farkındaydım. Her zaman bu yaptığımızla yaşayabildim. Nasıl mı? Modern insanın o basit ve yaygın nimeti sayesinde: Şizofreni.”
Kurt Vonnegut, İkinci Dünya Savaşı’nı doğrudan yaşamış bir yazar. Almanya’da esir düşüp, Dresden bombardımanından mezbahada çalıştığı için kurtulmuş bir “tanık”. Bütün bu deneyim, “Gece nan”nın mahir kurgusunda kendisini en sert şekliyle gösteriyor. Roman, okurunu sadece savaş konusunda değil, sanat, yaratıcılık, aşk, doğa, totaliter rejimler, din ve özellikle de insan konusunda bir o köşeye bir bu köşeye yatırarak ilerliyor. Olay örgüsünün temposuna da özen gösteren yazar, kamerasını kahramanı Campbell’in zihninden bir an olsun ayırmıyor. Böylece düşünsel temelinden kopmadığımız metni, sayfaları hızla çevirecek bir heyecanla okumamızı sağlıyor.
Farklı bir öykü üzerinden gerçekleri betimleyen kitapları seviyorum. "Alles kaputt" olmasa daha iyi olur ama 🙂
vonnegut'un diğer kitaplarını da öneririm…