Öncelikle şunu söylemek lazım gelir ki efendim, o gidonları kromajlı pırpır, kışlayla ev arasında, ‘doğulan yer’le ‘doyulan yer’ arasında, ütülü haki üniformalarla buruş buruş yeşilli kırmızılı giysiler arasında, askeri olanla sivil olan arasında pata pata gidip gelen bir motordur. Motorun sahibi Henri Pollak’ı tanırsınız, pek değerli bir çavuş kendisi, saat on sekize kadar hela kapılarına içinden ok geçen kalpler ve askerliğe ısındırıcı sloganlar çiziktiren, saat on sekiz otuzu çalar çalmaz sivil hayatındaki kafadarlarıyla buluşmaya pata patalayan asker. Kafadarları boşlamayın hemen, hepsi de filmlerden, felsefeden, kitaplardan, falandan filandan konuşmayı pek seven aydın çocuklardır. Kabul etmeli, kafaları biraz karışıktır ama buna dertlenecek değilsiniz ya, aydın olmak biraz da kafa karışıklığı değil midir? Hele ki söz konusu olan, dil-din-ırk-bayrak-marş gibi şeylerse. Ah, unutmadan bir konu daha eklemeli. Savaş! Savaş! Olur o kadar kafa karışıklığı, yok mudur her ülkenin aydınında, kanaat önderinde (aman ne havalı bir laf efendim!).
O gün Cezayir’dir o savaşın haritadaki çarpısı bugün başka bir yer. Herkesin evinde bir dünya atlası var değil mi efendim, koyun çarpıları istediğiniz yere. O gün Karamanlis, Karawo, Karalavuk, Karapşu, Karabaş, Karayol, Karabin, Karakurum yani Karabişi ya da adı her neyse, genç bir asker, Cezayir Savaşı’na katılmamak için Henri Pollak’ın kendisine koltuk çıkmasını isteyen. Bugün bir başkası. O gün titrek bir aşktır kurşun sıkmayı reddetmeye neden olan, bugün vicdandır, vicdanın reddetme özgürlüğüdür. Henri Pollak, adı Kara’yla başlayan ve bütün coğrafyaların toplamı olan savaş karşıtının sözcüsüdür, bu sorunu arkadaşlarına açar. Böylece, Pollak ve okur-yazar arkadaşları kolları sıvarlar.
Genç asker ya sakat kalacaktır ya da intihara girişecek, başarısız olacak, akıl hastanesini boylayacaktır! Başka çıkar yol yoktur.
Perec anlatır bütün bunları. Savaş nasıl bozarsa dünyayı, ruhu, zihnin insana dair algısını, işte öyle bozarak-kırarak-değiştirerek dili ve anlatımın bilinen kalıplarını. Perec diyorum efendim, hani şu bizim bakışlarıyla beynimizi delen “oulipo”cu yazarımız. Çok fena biridir Perec. Parmağının ucuyla oynar kalıpların kabuk bağlamış yaralarıyla, üstelik kabuk kalkınca altından kan akacağını bilerek. Pek de ironiktir Perec amca. İyoniktir. Kroniktir. Şakacı şey seni! Nasıl da oynuyor ezberimizdeki çarpım tablosuyla, kim demiş iki kere iki dört eder diye.
Son olarak şunu söylemek lazım gelir ki efendim, o gidonları kromajlı pırpır, çağımızın aptal yüzüne tutulan bir el feneri ışığıdır. Görünürde küçük ama etkisi büyük bir ışık kaynağı.
Yahu okuyalım o zaman, yüz kızartan tokatlar ve bolca kahkaha eşliğinde. Ha ha ha! Seni sinsi şey seni.
Ben de iki gün evvel okudum. Bütün Perec kitapları gibi harika…
Perec belleğin altındakilerle oynuyor. Bile bile, göre göre temeli sarsıyor. Sonra olan biteni gözyuvarlağında ters dönmüş bir gözün kendini izlemesi gibi bakışlarımızı zihinlerimize çevirtiyor. Muhteşem…