Gençlik Parkı’na götürürdü babam arada bir. “Oğlanı giydir de biraz gezdireyim,” derdi anneme. Parka girer girmez anlardım ki, asıl mesele benim gönlümü eğlemek değil, Hikmet Amca’yla tavla atmak. Babama göre en büyük bağlama üstadıydı Hikmet Amca. İstanbul’dakiler suyun başını tutmamış olsa, biraz da rakıyı azaltsa dünyanın bir numarası olurdu. Sazı yemiş yutmuştu da, tavlada biraz zayıftı açıkçası. Bütün kahramanlıklar Hikmet Amca’nın tekelinde olacak değildi ya, tavlanın kahramanı babamdı.
Sağından solundan kıymıklar fırlamış tahta sandalyemden bacaklarımı sarkıtıp, ağız kısmı hemen ıslanıp tıkanan kamışla üçgen kutudaki vişne suyumu içerken babamın Hikmet Amca’ya “Okullar tatil!” yapmasına gülerdim. Ne zaman gülsem vişne suyu dökülürdü gezmelik gömleğimin üstüne, annemin bağırışlarını duyardım derinden. Babam Uzun Maltepe’sinden yakacağı zaman “Şöyle biraz yana dön de duman gelmesin,” derdi. Söz dinler, çevirirdim sandalyemi. Gelip geçenlere bakardım. Beyaz saçları kısa kesilmiş, kaşları hafifçe yana eğik, elmacık kemiklerinden uzun çenesine iki çizgi inen, gömleğinin yakası ilikli bir adam geçerdi uzaktan çoğu zaman. Tavla pullarının şakırtısı yaşlı adamın ayak seslerine karışır, sigara dumanıyla sislenen görüntünün içinde kararlı adımlarla kaybolur giderdi. Meğer ki Ahmetlerden bir Ahmet’miş o adam, ne bileydim. Meğer ki baktığımı görebilmem için yıllarca beklemem, Hüseyin Kıyar’ın “Hisar’dan Ahmet” adlı romanını okumam gerekirmiş.
Hüseyin Kıyar roman ya da anlatı diyerek bir alana sıkıştırmadığı eserinde bileği yumuşak bir sokak ressamı edasıyla, yoldan geçen bir hayat hikayesinin hızlıca resmini yapar gibi rahat yazıyor. Yılların birikimi, saflaştırılmış anlatımı ve ancak sokağın kokusunu bilenin algılayacağı bir sade bilgelikle akıtıyor cümlelerini. Dili ekonomik ve ustaca kullanıyor. Akılda kalıcı, vurucu ve sade sahnelerini, birer sözle ana hatlarını çizmeyi başardığı karakterlerini Ankara’nın gri gökyüzünde gezdirip Samanpazarı’ndan aşağı yuvarlayıveriyor. Ahmet, evlenmesinden devlet kapısında iş bulmasına, çoluk çocuk sahibi olmasından emekliliğine bir hayatın sıradan gibi görünen, büyük sözlere ihtiyaç duymayan anlarıyla karşımıza dikiliveriyor. Üstelik bütün bu olağan görüntülerin içinde bir şehrin ve kuşağın etkileyici tablosunu da çiziyor Hüseyin Kıyar. Ahmet, bir süre sonra, toplumun genel dinamiklerini anlamamızı sağlayan bir rehber figür olarak dolaşıyor sayfalar arasında. Karakterler arasında etkileyici bir denge kurarken toplumsal arka planı öyle ince örüyor ki, metin bütün okurlarının hayatından bir parçayı sırtlayıp taşımaya başlıyor. Ahmet’in samimiyetine asla ulaşamayacak bir kuşağın bireyleri olarak, taşranın sesini dinliyoruz. Oğullarının başını okşayamayan babalar kuşağını çokça dinlemiş olan okur, aslında bunca zamandır babasına doya doya sarılamayan evlatlar kuşağının ikiyüzlülüğünü yaşadığı gerçeğiyle yüzleşiyor. Kurguyu gözümüze sokmadan, Ankara sessizliğinde bir dünya kuruyor yazar. Her bir bölümle akılda kalıcı karakalem tablolar çizerken, fonda da neşesi ve hicvi bol bir türkü dinletiyor okurlarına.
Bir dönemin tarihsel toplumsal arka planını çıkarmak için Ahmet’i konuşturmaya çalışan nesil, o samimiyetin, saflıkla işbilirlik arasında kendiliğinden oluşan dengenin ne kadar uzağında olduğunun farkına varıyor. Ne de olsa, bu toplumun “böyle” olmasının nedeni, menenjit geçirmişliğinden değil, dıştan gelen bir etkiyle (örneğin Ulus’a uçak düşmesiyle) yaşadığı bir travmadan. Ahmet’in keyifsiz bir akşamında “Kendimi şekilsiz hissediyorum,” demesi de ancak evrensel yasalara göre değerlendirilebiliyor. Bir nesli ancak katı-sıvı-gaz haliyle anlayabilecek bakış açısı, sonunda kendi “Ütopya”sının peşinde, içsesini dinlemeye başlıyor, gerçek bir hesaplaşma yaşıyor. Yazarın mesafeli ve alaycı bakışını bir kenara bırakıp, hiç değilse iç dünyasında babasına sarıldığı bu bölüm, çok sayıda evladın mırıltısı oluyor.
Kitabı kapattığımda, vişne suyuyla lekelenmiş gezmelik gömleğime baka baka eve dönüyorum. Bağlamanın kahramanı Hikmet Amca’yı koltuğunun altında bir tavla geride bırakarak. Babamın sigara kokan ellerini ürkekçe tutarak. Sarılmaktan korkarak.
Barış Bıçakçı ve Yavuz Sarıalioğlu’nun yol arkadaşı Hüseyin Kıyar, kitabının etkileyici arka kapak yazısında söylendiği gibi mübalağa ve matrağın düzmece hıçkırığını dinletiyor bize. Dost bir sesle anlatılmış bu Ankara fıkrasına mutlaka kulak kabartmalı.