“Bulutların arasından sıyrılan kutsal ışık huzmeleri veya büyüleyici görüntüsüyle bir gün doğumu değil umut benim için. Daha ziyade eski ve kalın bir hırka gibi, sağlam bir giysi.”
Bu cümleler Anne Lamott‘a ait. National Geographic Türkiye‘nin Ekim 2018 sayısındaki “Umudu Seçmek” başlıklı yazıdan.
Lamott’un “Umutlu olmak için daha iyi bir zaman var mı?” sorusunun peşine düştüğü yazısını birkaç defa, farklı açılardan bakmaya çalışarak okudum. Dünyanın şu halinde umuda güzelleme yapmanın karşılığını anlamaya çalıştım. Umut sadece, bunu hayal edebilecek bir refah düzeyinde yaşayanların tutunmak istediği dal mıydı? Dünyanın gidişatını görmeden, sadece gelişmeler üstünden kurulacak “umut cümleleri” ağızdan ağıza dolaşabilir miydi?
Ya da sadece her konuda eşitlik için mücadele veren aktivistlerin, çorak toprağımıza serptiği bir tohum mu “umut”? Çevre kirliliği, salgın hastalıklar, ekonomik eşitsizlikler, adaletsiz gelir dağılımı, iklim değişikliği, terör sarmalında biraz belirsiz, biraz da hayali bir ışık mı yoksa?
Açıkçası Lamott’un neden umutlu olmak istediğini anlıyorum, her ne kadar dünyanın geleceği konusunda karamsar olsam da. Her ne kadar bu umudun “üstten bakan” bir umut olduğuna dair görüşüm değişmese de. Batıdan gelen bir umut rüzgarının, dünyanın adaletsiz bölgelerini serinletmeyeceğine dair bakışım değişmese de.
Bütün bu itirazlarıma karşın, ben de farklı bir çerçeveden umut cümleleri kuruyorum yıllardır. Bir kitap okuduğunda hayatının değiştiğini söyleyen bir öğrenci gördüğümde, bir konser sırasında karşılaştığım gençlerin müzik konusundaki cümlelerini duyduğumda, bir sergide elindeki deftere notlar alan ya da bir tiyatro oyununun çıkışında tebrik etmek için bekleyen gençleri görünce umut doluyor içim. Bu dediklerimin birçok kişiyle sulu sepken bir romantizm geleceğini bildiğim halde bu umuttan vazgeçemiyorum. Dünyanın daha iyi bir yer olmayacağını bildiğim halde, bir gün belki demekten vazgeçemiyorum. Oldukça karamsar biri olmama rağmen, o küçücük ışığın verdiği umutla gülmeye devam ediyorum.
Bugün umutlu olmak için nedenimiz çok az olabilir. Ama bir direniş biçimi olarak umuda sarılmak hiçbirimizi eksiltmez. O direniş ki, bazen gencecik bir gülücükle sarıp sarmalayabilir bizi.
Anne Lamott, 1954 yılında San Francisco’da doğmuş. Goucher College’da eğitim aldıktan sonra yazmak için San Francisco’ya dönmüş. Üstün yetenekli yaratıcı sanatçılara ve bilimsel araştırma yapan profesyonellere verilen Guggenheim bursuna layık görülmüş. Şu kısa hayat hikayesi bile, onun umudu bir bayrak gibi sallaması için yeterli. Doğruyu söylemek gerekirse, bizim umut bayrağını öyle sallayacak gücümüz kalmadı. Ama kim ne derse desin, kötülüğe direnmeyi biliyoruz.
Umut, o direncin yeni güçlerinden biri.
Yazınız Matt Ridley’i aklıma getirdi. Akılcı İyimser adlı kitabında iyimseri; “dünyanın kusursuz olmadığını düşünen ve daha iyi hale getirmek isteyen kişidir” olarak tanımlarken, kitabını da “iyimser olmaya cüret etmelisiniz!” diyerek bitiriyordu. Ben de yazınızdan umut etmeye cüret edebilme gücüyle ayrılıyorum. Kitabı da listeme ekledim, çok teşekkürler.
Hoş geldiniz… Bence “Birinci Tekil Şahıs”a da yazmalısınız.
“Ben bir kâğıt ağırlığıyım; uçmasına izin vermediğim sayfadaki hikâyenin yüreğinde bir kaya…”
Ezberimdedir bu cümle ve daha niceleri…
Hepimizin umuduna sağlık.