Kesekağıdı yapmayı dedemden öğrendim. Gençliğinde geçirdiği bir kaza yüzünden iki ayağı da sakat kalmıştı; çift bastonla yürürdü. Gazetede yazardı. Ancak üç çocuğunu okutabilmek için ömrü boyunca ek işler yapmış; muhasebe kayıtları tutmak, özel ders vermek… Geceleri de okunmuş gazetelerden kesekağıdı yaparmış. İlkokuldayken seslendirme yapardım ancak buradan gelen para evin bütçesine katılırdı. İstediğim kitapları-dergileri alabilmek ise harçlığımın başarabileceği bir şey değildi. Tutkal yapmayı, gazeteyi firesiz katlayıp kesekağıdı yapmayı dedemden öğrendim. “Yaparken değil ama gazetelerdeki eskimiş haberleri okurken çok zaman kaybedeceksin,” demişti. Doğruydu. Okumadan duramıyordum. Bir satır fazla okuyabilmenin, okuduklarımı çevremdekilerle paylaşmanın tutkunu oldum yıllar içinde.
İnternetle ilk tanıştığımda bu alışkanlığın en güzel evrelerinden biriyle karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm. Daha fazla okumak için -daha fazla okunması için- yeni bir mecrayı kullanabilmek. Yazdıklarımın, öykülerimin ve özellikle de edebiyata bakışımın iyice kendini bulduğu Hayalet Gemi yıllarında, internet üstündeki bir dergi ile, altZine ile yepyeni yazı deneyimlerine merhaba dedim. Yayınlanan-yayınlanmayan her yazıdan pek çok şey öğrendim. Arkasından altKitap geldi. Sayısal ortamda eşit paylaşıma, dağıtım-baskı-depo gibi maliyetlerden uzak bir yayınevi. altKitap yayın hayatına kesintisiz devam etti. 1998’de yayın hayatına başlayan altZine ise uzun süredir sessizdi. Neyse ki sessizlik bitiyor artık; altZine yakında yeniden okurlarıyla-yazarlarıyla buluşacak. (Bu konuda daha detaylı bir yazı gelecek.)
altZine yıllarında bir yazar “İnternette dergi çıkarmak iyi hoş da, bu gençlerin edebiyatı yanlış anlamalarına yol açmaz mı?” demişti. Aklıma geldikçe tüylerimi diken diken eden bu sorunun nedeni ne olabilirdi? Edebiyat nasıl anlaşılmalıydı? Gençlerin edebiyatı nasıl anlamaları gerektiğine kim-nasıl karar vermeliydi? Edebiyat içi iktidar alanlarının kaybedilmesi korkusu muydu bu cümleyi kurduran? altKitap’ın ortaya çıkışıyla bu sorular kendiliğinden cevaplanmaya başladı. “İyi ama bilgisayar ekranından kitap okunur mu?” ile başlayıp “peki bu işten kim para kazanıyor” ile devam eden sorular dizisi. İşi kitabın kokusuna kadar götüren zihniyet, kesekağıdı yapmak için bulduğu gazeteyi bile önce okuyan okurun dünyasını göremiyordu. “Biri gelirse öbürü ölür” basit düşüncesinin sonucu kurulan cümleler, aslında bir başka durumu imliyordu: Kimse iktidar alanımı almaya kalkışmasın! Elbette bildiğimiz kitaplar, bildiğimiz dergiler yaşamaya devam edecekti-etmeliydi. Hatta arızalarına rağmen bildiğimiz yayıncılık anlayışıyla da alıp veremediğimiz yoktu. Biz sadece “bir harf fazla okunmasını” sağlayacak her ortamı okurun lehine kullanmak istiyorduk; doğrularımızla yanlışlarımızla.
altKitap 2002’de ilk kitaplarını yayınladı. O zamandan beri sorulan soru geçenlerde bir gazetenin, internet sayfaları için yapılan röportajda çıktı karşımıza: “İnternet yayıncılığı bildiğimiz yayıncılığın yerini mi alacak? İnsanlar artık bilgisayar ekranından mı kitap okuyacak? Deniz kenarında şezlongumuza rahatça kurulup kitap okuyamayacak mıyız artık?” Cevap bile vermedik. “Gazeteler internetten okunurken bu sorunun sizden gelmesi, neşemize neşe kattı,” demedik. “Bir şeyler bir şeylerin yerini alacak korkusundan kurtulun,” demedik. Kitap okumayı bir deniz kenarı eylemi olarak gören zihniyete ne diyebilirdik ki?
Gündeme düştüğü günden beri blog’ları ilgiyle izliyorum. Takipçisi olduğum blog’lar var; zamanı geldikçe hepsinden söz edeceğim. Uzun süredir ben de bir bu alemde kalem sallamak istiyordum. (Hatta arkadaşlarımın başlarının etini az yemedim.) Son aylarda bazı arkadaşlarımın blog’larını iyice gıpta ederek okumaya başladım. Artık zamanı geldi. Facebook ve Twitter gibi sosyal iletişim ağlarını da okuduklarımı-dinlediklerimi-izlediklerimi-aklıma takılanları-merak ettiklerimi paylaşmak için kullanıyorum. Şimdi sırada “Fil Uçuşu” var. (Yakınlarım fillere olan merakımı bilir, onlar için şaşırtıcı olmayacak bu isim.) Okuduklarımdan, izlediklerimden, dinlediklerimden notlar düşeceğim bir blog. Daha çok kendim için tutacağım notlar… Bir çeşit günlük… Kimi zaman anlayacağım, kimi zaman sayıklayacağım yazılar… Elbette dahası da olacak; onu da zamana bırakıyorum.
“Merhaba” yazısının sonunda bir de itirafım var: Kiloyla sattığım kesekağıtlarının ağır çekmesi için ev yapımı tutkalı biraz fazla sürerdim. Ama satın alanlar üzülmesin, verdikleri paraların hepsi kitaplara-dergilere gitti…
Hoş bulduk.
Hoş geldiniz Yekta Bey! Sizin kaleminizden çıkan, insanın ruhuna dokunan her satırı severek okudum bugüne kadar. Gerçek bir sanatçının nasıl olması gerektiğini herkese gösteriyorsunuz hakikaten. Bu blogda yayınlayacağınız her yeni yazınızı merakla bekliyor olacağım. Kaleminize kuvvet!
Hoşgeldin dostum, keyifle okuyacağız Fil Uçuşu'nu…
Sayın Kopan
Öncelikle blog sayfanız hayırlı olsun diyeyim. Sabırsızlanarak bekliyoruz diğer yazılarınızı da. Kaleminize kuvvet.
Hoş geldiniz ve iyi ki!
Modern'de, Karbon Kopya'ma iz bırakırken siz, altZine'yi sormuştum; yoktu, ve şimdi yeniden geliyor olması müthiş sevindirici. Blog da öyle. NTV'de de daha çok olsa Yekta Kopan(sustum tamam!). Keyifli günler bizi bekliyor, oley!
Sevgilerle,
Bahar.
Sizi buradan da izlemek ve okumak çok iyi olacak 🙂 hayırlı olsun
Naif ve samimi olduğu her halinden belli bir insanın satırlara dökülen hali de farklı olmuyor. Meyve veren bir ağaçsınız. Taşları birlikte toplarız, hiç merak etmeyin 🙂
"Hoş geldin" yazısının hemen başında ben de bir itirafta bulunayım: Kesekâğıtlarını çocukluğumda kukuleta niyetine kullanırdım.Belki de bir sürü çocuk olmuştur onları benim gibi bu şekilde kullanan. Oyun aracına dönüştüren.
Hatta gazete kâğıdı hep alnımı boyardı. Bu yüzden hem sevimli(!) 🙂 mahalle arkadaşlarımın dalga konusu -ee tabi kolay değil bir sürü harfi o küçücük alında taşımak- olurdum. Annem içinse bağırmak için yepyeni bir alan. Ne de olsa zamansız banyo yaptırmak zorunda kalıyordu her defasında:)
Merhaba'n, geçmişe hoş tebessümlü el sallamama yardımcı oldu.
Hoş geldin!
Sizi artık blogger kimliği ile de aramızda görmek çok sevindirici! Geçen hafta tamamen yılbaşı konseptli bir yazı başlıgımda ben de kese kağıdından bahsetmiştim. Dolaylı olsada bu tesadüf güne gülümseyerek başlamama ve yazınızı bir solukta okumama neden oldu, paylaşmak istedim 🙂 sevgilerrr http://offnehediyealsam.blogspot.com/2009/12/kese-kagd-gibisi-var-m_25.html
yazmak, yaşadığın her an için kafanda cümleler kurabilmek için, zamanı özgür kullanabilmeli insan. blog yazıları insanın bazen içini dökmesi, bazen edebiyat yapması, bazen gizlerini paylaşması bence. ama her daim heyecanlı. heyecanla yazıları bekliyorum.
Hoşgeldiniz..
Annesinin Dumbo’yu bekleyişinden daha uzun süre bekledik blogunuzu. Hayırlı olsun! İyi uçuşlar:)
Sizi takip edip yazılarınızı yurtdışından da kolayca okuyabilmek harika olacak Yekta Bey. Hoşgeldiniz!
"Merhaba" yazınızdaki samimiyet bir kez daha etkiledi beni. İyiki bir satır fazla okuyabilmenin, okuduklarınızı çevrenizdekilerle paylaşmanın tutkunu olmuşsunuz yıllar içinde. Öykülerinizi okuyarak başlayan yolculukta bana yeni kapılar açtınız. Yeni yazarlar, yeni kitaplar… Hayalet Gemi ve altZine'nin yayınlandığı döneme yetişemesem de Hayalet Gemi'nin arşivini büyük bir zevkle takip ediyorum. altZine'yi de sabırsızlıkla bekliyorum. Şimdi bloğunuz yeni bir kapı olacak benim için.
Sözcüklerinizden hiçbir zaman mahrum olmamak dileğiyle hoşgeldiniz…
Çok güzel bir yazı olmuş. Öyle ki bir sonraki yazıları heyacanla beklettiriyor. Takipteyiz…
Görüntü kirliliğinden sonra, yazı kirliliğini düşündüm ben de bugün twitter'ı okurken. Kumanda bizim elimizde diye düşünüyorum. O fazladan bir harfi nereye harcayacağımızı hala seçebiliyoruz neyse ki. Altzine, özellikle benim gibi, Hayalet Gemi zamanına yetişememiş, edebiyatta yeniliğin, zamanın ruhundan nasibini alamamış okurlara iyi geliyor.
Bu blog alemi kara delik gibi insanı içine çekip zamanla hapsediyor. Yazmak, yayınlamak, paylaşmak… Siz bunları zaten yapıyorsunuz ama inanın burası çok daha samimi pek çok mecraya göre. Tamamiyle size özel. Duş alırken şarkı söylemek ve komşulara da duyurmak gibi birşey denebilir. Kara delikte kaybolmamanız dileğiyle… Aramıza hoşgeldiniz.
takip ettiğim ilk blog olacağı için mutluyum.
Çocukluk yıllarımın kuruyemiş satıcılarını hatırladım. Biri önde, ikisi arkada bisiklet tekerleri olan tahtadan seyyar arabalarında sattıkları kuruyemişleri çay bardağıyla ölçer, kağıttan külahlara doldurarak verirlerdi müşterilerine. Külahların kağıdıysa ya okunmuş gazete olurdu ya da eski ders kitapları…
Bazı kitapları bitirmeye kıyamam sanki.. Dönüp dönüp tekrar kaybolurum o hikayelerde, "Bir de Baktım Yoksun" da onlardan biriydi.. Ama artık bırakabilirim elimden, yepyenileri tam karşımda hergün.. Yeni yılın en güzel fikriymiş bu blog teşekkürler Yekta Bey:)
sizi twitterdan takip eden biri olarak ilk michael j. fox'un sesi olarak tanımıştım edebi yanınızla yeni tanışıorum ve iyikide tanışıyorum umarım uzun süren bir dostluğumuz olur …
bugün iyi anladım. hep kısık gözlerle uzaktan bakılan, takla atmanın güç bir iş olduğu düşünüldüğü için ardından koşturmaya üşenilen yayıncılığın dışında kalan birileri var.bu yalnız gençler için değil herkes için ümit verici. edebiyatı sırça köşkte değil izbe sokak aralarında,her gün gazete alınıp hiç yüzüne bakılmayan büfecinin önünde ya da oscar wilde'ın gölgesinde tanpınar okuyan bir adamın oturduğu kaldırımın karşısında, satmadığı için büyük kitapçılarda 3 e 5 e satılan kitapların arasından yeni bir ses, nefes bulabilenler için de ümit verici. insanın okudukça okuyası yazdıkça yazası geliyor bu ümidi içinde duydukça…
çok geç farkettim ama olsun sonuçta kazanılmış bir durum. twitterda görmemle beraber en dibe inip merhaba yazısıyla başlamak güzel.
Daha uzun yıllar blog yazmanız dileğiyle..
güzel yazılarınızı takipteyiz.Uzun ömürlü olması dileğiyle
yazılarınızın devamını beklemekteyim. uzun soluklu olmasını dilerim ..