Bir sabah, insanlık kendisini bir hamamböceğine dönüşmüş olarak bulur!

2006 FIFA Dünya Kupası.
Hani şu Zidane’ın Materazzi’ye attığı kafa ile hatırlanan
kupa.
11 Temmuz’da oynanan karşılaşmada Meksika takımı, Bravo’nun
golüyle öne geçiyor. Maçın 36.dakikasında, 4 numaralı formasıyla Yahya
Golmohammadi sahneye çıkıyor ve İran’ın beraberlik golünü atıyor.
Tahran’ın kuzeyindeki bir hapishanede, 209 numaralı binanın
küçücük hücresindeki iki adam, Mana Neyastani ve Mehrdad Ghasemfar, heyecan
içinde maçın sonucunu öğrenmek istiyorlar. Önceki golden haberi olmayan (ya da
önemsemeyen) gardiyan, maçta İran’ın 1-0 önde olduğunu söylüyor Neyestani ve
Mehrad’a.

Neyastani’nin 12 Mayıs 2006’da çalıştığı gazetenin çocuk
sayfasında çizdiği bir karikatür yüzünden hapiste bu iki adam. Hapisteler,
çünkü bant karikatürün bir karesinde, bir hamamböceğine “Namana!” dedirtmiş Neyastani. Çocukken büyükannesinden duyduğu,
evde sıklıkla kullanılan bir kelime. Bu kelimenin Azerice bir kelime olduğunu,
önce ülkedeki Azeri Türkleri, sonrasında da bütün Azerbaycan’ı etkileyeceğini
düşünmeden konuşma balonunun içine yerleştiriverdiği bir kelime. Yani bu
kelimeyi seçişinde bir art niyet olmadığını söylüyor. Kaldı ki, bu dediğine
inanmasak bile, sonrası düşündürücü.
Çünkü o kelime bir hamamböceğine söyletilince, etnik
hassasiyetler devreye giriyor. Bir çocuk karikatüründeki bu kare yüzünden
Azeriler, kendilerine ‘hamamböceği’ dendiğini düşünüyorlar. Önce Azeri Türk nüfusunun
çoğunlukta olduğu Tebriz ve Ardabil bölgelerinde, sonrasında çok daha yaygın
bir coğrafyada olaylar başlıyor. Öfke. Sokak eylemleri. Tehditler. Ve
ölümler…
Mana Neyastani ve gazetenin editörü Mehrdad Ghasemfar,
gözaltına alınıyorlar hemen. Böyle bir eylemi neden yaptıkları, arkasında
kimlerin olduğu, kimden para aldıkları konusunda sorgulanıyorlar. Baskı ve
işkence giderek artıyor. Üstelik beklenen ‘gerçek dışı itiraf”ın kurtuluş umudu
olup olmayacağı da belli değil. Her şeyden önce ‘muhalif’ kimlikleriyle tanınan
iki kişi var devletin elinde.
Atık sağlıklı düşünemeyecek bir noktaya geldikleri o maç
gününde, iki adamın İran’ın golüne sevinmeleri bu yüzden. Eğer İran, Meksika’yı
yenerse bütün ülkenin bayram yerine döneceğine ve böylece Azeri öfkesinin
unutulacağına inanan iki dost, bu haberle havalara sıçrıyorlar. Sanki özgürlükleri
bir futbol maçına, atılacak bir gole bağlıymış gibi…
Özgürlük bazen bir futbol maçını, hesap yapmadan-sorumsuzca
izleyebilmek…
Ama umut dolu geçen gecenin sabahında öğreniyorlar maçın
sonucunu. Meksika 3-1 kazanmış durumda. Sadece bir beraberlik alabildiği grup
maçları bittiğinde, turnuvaya veda ediyor İran.
Bütün bu anlattıklarım Mana Neyestani’nin 2014 yılında yayımlanan
otobiyografik çalışması “An Iranian Metamorphosis”den. İlk olarak Fransa’da
yayımlanan bir grafik-roman. Kafka’nın Gregor Samsa’sından yola çıkıp bir
hamamböceğinin kendi yaşamını nasıl değiştirdiğini ve ülkesinin dönüşümünü
anlatıyor. Neyestani, 1973 Tahran doğumlu bir çizer. Şair bir babanın oğlu,
mimarlık eğitimi almış, muhalif duruşuyla tanınan ve 2010 yılından bu yana
Fransa’da yaşayan bir isim.
“An
Iranian Metamorphosis” yolu Türkiye’den de geçen bir grafik-roman.
Neyestani’nin İran’dan kaçış yolculuğundaki duraklardan biri Türkiye. Bu
süreçte yaşananları, günün birinde bu grafik-romanı okuma isteği içinde
olanların keyfini kaçırmamak için anlatmayacağım. Ama İran, Dubai, Malezya,
Türkiye ve Çin hattında ilerleyen maceranın baskıcı yönetimler ve hassasiyetler
konusunda bir ‘kaynak kitap’ olduğunu söyleyebilirim.
“Hassasiyetler”
siyasi jargona ne zaman, hangi olayla girdi bilmiyorum. Ama dünya siyasi
tarihinin hiçbir dönemde eşitlikçi bir hassasiyetle adım atmadığını hepimiz
biliyoruz. Bu hassasiyetler piramidinin sınırlarını kimin çizdiğini, piramidin
tepesine hangi hassasiyetin oturtulduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Çünkü
kimse, bir diğerine karşı gerçekten ‘hassas’ olmayacak. Bütün konularda olduğu
gibi “Benim hassasiyetim, senin hassasiyetini döver,” deyip duracağız.
Artık
kabul edelim.
“Bizden
olmayanı sevmeyiz” günleri geride kaldı.
“Bana
faydası olmayandan, menfaatime uymayandan nefret ederim” günleri bile geçip
gidiyor.
“Yaşam
hakkını onayladıklarım dışındakilere ölüm” günlerinden geçiyoruz.
Kendisininkilerden
başka hassasiyetleri olanları sevmiyor kimse. İnsanları sevmiyor. Doğayı
sevmiyor. Yaşadığı dünyayı sevmiyor. Diyelim ki ‘sevmek’ romantik bir ruh hali;
hadi geçelim sevmekten, kimse kimseyi dinlemeye-anlamaya bile çalışmıyor.
Özgürlük,
dinlemeye başladığın an.
Özgürlük,
anlamaya çabaladığın an.
Artık
gerçekten özgür olmamız mümkün mü?

Çoktan
devcileyin bir böceğe dönüştü insanlık. Üstelik o böcekten de nefret ediyoruz.

bir yorum bırakın