Brüksel’deki Öküzler

“Şehrin her yerine koymuşlar,” diyor kocaman kocaman gülerek, “ikiyüz tane öküz; çarşıda, parkta, havaalanında, bina önlerinde, sokak aralarında, rengârenk ikiyüz öküz heykeli.” Bıyıkları yanlara doğru beyazlamaya başlamış.

“Ben öküz diyorum ya, hanım kızıyor, neymiş efendim, inekmiş onlar, memeleri varmış.” Bir yandan parmaklarının arasında kıstırdığı kesmeşekeri ikiye bölmeye çalışıyor. Kırt: Çay kaşığı sesinin habercisi. “Laf aramızda haklı, ama ben anlamam inekten-boğadan-mandadan, dolu dolu öküz demeyi severim.” Güneş, küçük kahvenin kareli masa örtüsünde varlığını hissettiriyor.

“Çocuklar memelerinin altına yatıyorlar, süt emmek ister gibi yapıp, gülüşüyorlar, hanım yapmayın diye azarlıyor, ben de karışma diyorum, karışma, çocukları eğlendirmeyeceklerse ne işe yarar bu öküzler.” Bir an sigara paketine gidiyor eli, sonra vazgeçip sözüne devam ediyor, belli ki söylemeyi unuttuğu bir şeyi hatırlıyor. “Hanım da kötülüğünden kızmıyor tabii, çevreden laf gelmesinden çekiniyor, bu Belçikalılar rahat insanlar ama ne de olsa yabancı bir ülkedeyiz; ben hiç aldırmayıp fotoğraf çekiyorum.” Bir gözünü kısıp diğeriyle ileri bakarken, hayali bir fotoğraf makinesinin deklanşörüne basıyor.

“Öyle ufak tefek yapmamışlar, hepsi gerçek öküz büyüklüğünde maşallah, kimini dünya haritası gibi boyamışlar kimini yemek tabağı gibi, kimi maymun kimi domuz kafalı olmuş zavallı öküzlerin.” Aniden fren yapan bir arabanın sesiyle irkilip yola bakıyor.

“En son üç yıl önce kayınbirader ameliyat olduğunda gitmiştik, uçak biletini onlar yollamıştı yine.” Eğilip paçasındaki bir iplik parçasını fiskeliyor. “O zaman yoktu bu öküzler.” Çayının son yudumunu içerken yüzüne bir keyif dalgası yayılıyor. “Ben bunları anlattıkça hanım söyleniyor, başka bir şey görmemişiz gibi öküzleri anlatıp duruyorsun diye, haklı, ama n’apayım pek hoşuma gitti keratalar.” Garsona bakıyor, işaret parmağını çay kaşığı yapıp boşluktaki bir çayı karıştırıyor: “Tazelesene şunları.”

“Krallık sarayının tam karşısına da koymuşlar bir tane,” diyor yeni çaylar masaya konarken, “elinde haçlı asa, kafasında taç, öküz gibi bir öküz.” Az önce kırdığı şekerin diğer yarısını ikinci çayının içine atıp karıştırmaya başlıyor. “Ama kralları da harbiden kral adammış, hiç laf etmemiş öküzden kral yapmalarına.” Kırmızılı beyazlı çay tabağının kenarına konan kara sineği kovalıyor elinin tersiyle. “Bizde başbakanlığın karşısına kravatlı bir öküz heykeli koysan anında boynuzuna oturturlar vallahi, aslında tam da…” Susuyor. İnce belli çay bardağındaki kızıl-kahve sıvıda oyunlarına devam ediyor güneş ışığı.

“Yahu konuşmaktan seni dinleyemedim, kusuruma bakma, söyle bakalım biz yokken neler oldu burada,” dediğini duyduğum anda yutkunuyorum. Başka bir coğrafyayı yaydığı masada, içimdeki dağlara yer kalmıyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. O kadar mutlu anlatıyor, o kadar iştahlı yaşıyor ki, boş gözlerle, geçip giden vagonları seyredercesine bakıyorum yüzüne.

Yorumlar (4)

Diğerleri gibi bu da çok leziz ve akıcıydı. Ya da leziz olan şeylerin biranda bitmesi gibi bitiverdi. Elinize sağlık.

öküzü başbakan yapmak yerine heykelini yapabilen zihniyetle, öküzden başkan, sanatçıdan "amele" yaratmak isteyen arasındaki fark bu… bir masada bir çay içimlik hikaye aslında. doğru adamlar içince o çayı…
düşlerinize sağlık…
sevgilerimle,
melike tegün
http://tamartsertishvili.blogspot.com/

yanılmıyorsam bir ara istanbul'da da belli noktalara inek/öküz koymuşlardı.

yazi ise diğer metinleriniz gibi gerçekten hoş.

http://birbaharsabahi.blogspot.com/

Bizim de boğamız var değil mi ? 🙂 Altıyoldaki heybetli buluşma merkezi boğamız…

Öykü çok hoştu teşekkürler..

bir yorum bırakın