“Bir de Baktım Yoksun” adlı kitabımın tümüyle baba-oğul meselesi üstünden değerlendirilmesi tuhaf olsa da anlaşılır bir şey. Kitaptaki bütün öyküler bu konu üstünde yoğunlaşmıyor ama net bir bilgi var; kitap yayınlandıktan sonra verdiğim söyleşilerde bu kitabın yazılma sürecini, kendi babamı kaybedişimi tüm samimiyetimle paylaşmaya çalıştım. Paylaşarak acımı hafifletmek ve ölümü anlayabilmek istedim belki de, neyse… Ama sonunda okura -ve gazetecilere- en çok istedikleri şeyi vermiş oldum; “kitabın içinde gerçeklik var.” Oysa hep söylediğim gibi, gerçek dünyanın kurmaca dünyaya transfer edildiği bir alanda duruyorum, oradaki ipin üzerinde yürürken düşünmüyorum bile ne gerçektir ne değildir diye. Bu metinler kurmaca metinler ama gerçekliğimle bir ilişkileri var elbette; onları ben yazdım.
Kitap çıktığı zaman yapılan bir söyleşiyi buldum bu sabah. Vatan gazetesinin Kitap Eki için yapılmış bir söyleşi. Soruların hepsi babam’dan gelmiş, çalıştığım yerden yani…
“Bir de Baktım Yoksun” adlı son kitabınızda yer alan öykülerin ortak noktası baba kavramı. Babaya beslenen negatif-pozitif duygular. Babanızla olan ilişkinizi biraz anlatabilir misiniz?
Aslında sadece baba-oğul hesaplaşmasıyla sınırlı değil hikayeler. Ama bu konunun ön plana çıktığı doğru. Diğer konulardan sonra söz ederiz, babamla olan ilişkime gelelim. Bir anı yeterli olacak. Altı ya da yedi yaşımda bir şiir yollamıştım Doğan Kardeş derginsin okur köşesine, yayımlanınca nasıl sevindiğimi tahmin edersiniz. Babam da paylaşmıştı sevincimi, üstüne üstlük bir de İstanbul’a getirmişti beni. Ankara’dan trene bindik, Haydarpaşa’dan vapura, sonra da birlikte tırmandık Cağaloğlu’nu. Doğan Kardeş dergisinde çok güzel karşıladılar beni, “Ankara’dan şair arkadaşımız gelmiş,” dediler. Yazıdan hiç kopmayacağıma karar verişim o gündür. O yolculuğun benim için ne kadar önemli olduğunu tahmin edersiniz. Böyle biriydi işte babam; polisiye romanlar okumayı seven, Fenerbahçe taraftarı, her çekilişte Milli Piyango bileti alan, hayatla hesaplaşmasını hep kaybedenler cephesinden yapan, eğlenceli bir adamdı.
Klasik bir baba oğul ilişkisinden farklı boyutları da vardı sanırım. Bir idol olmakla beraber tasvip edilmeyen davranışlar, durumlar.
Aslında bildiğim bütün baba-oğul ilişkilerinden büyük bir farkı olduğunu da söyleyemem. Sadece biz hesaplaşmalarımızı dile getirmekten çekinmezdik, çok konuşurduk. Bir de Baktım Yoksun’daki baba-oğul hikayelerinde sözünü ettiğiniz sarkacı hep hissettirmek istedim. Hayran olmakla nefret etmek arasında gidip gelen bir ruh hali var. “İyi Uykular” hikayesinde anlatıcının dediği gibi iki dönem arasında sallanıp duruyoruz; babamıza benzemekten ölesiye korktuğumuz dönem ve kopyası olduğumuzu anlayıp, bununla başa çıkmaya çalıştığımız dönem. Bu ilişki kalıbı üstünden tümüyle erkek egemen toplumla, erkek diliyle, iktidarla hesaplaşmaya çalışıyorum aslında. Yine aynı hikayeden bir alıntı yapmak isterim bu sarkaç durumunu anlatabilmek için: “Sadece söylediklerine değil, söylemediklerine de güvenmezdim. Oysa şimdi nasıl da başka bir noktadayım. Sana güvenmeyip, seni reddedip, senden bana kalanları kusup devam edebileceğime inandığım yolun getirdiği uçurumda, duyulmayı bekleyen bir yankıyım artık.”
Buram buram eski günlere ve babaya özlem kokan öyküler. Onu yaşarken durumun bu kadar farkında mıydınız?
Hangimiz bunun farkında oluyoruz ki? Eski günlere özlem duyan romantiklerden değilim derim hep, ama bir yandan da asla geri gelemeyecek mevsime, çocukluğuma hasretim. Sadece babam değil, bütün kaybettiklerim aynı şeyi hissettiriyor. Ancak şunu da söylemek isterim Bir de Baktım Yoksun tek bir duyguya odaklanmış hikayelerin kitabı değil. Örneğin kızının çocukluktan genç bir kadınlığa geçişini izleyen bir babanın zihninde dolaşıyoruz bir hikayede. Bir başkasında mutsuz bir evliliğin yıkıcı finaliyle yüzleşiyoruz. Tutkusunun peşinde dünyayı dolaşan bir adam Şişhane’de, lamba satan bir dükkanda çıkıyor karşımıza. Londra’da garip bir karşılaşma ile yaşanan zamansız ve imkansız bir aşkı “Portobello 22” hikayesinde buluyoruz. Kendi durumunun farkında olan, gidişatı değiştiremese bile hesaplaşmak isteyen karakterler ve bütün bu karakterlerin bulundukları konumla, yaşadıkları dünyayla hesaplaşmaları var.
Orada olduğunu zannedip aslında yok olduğunu fark etmek, hayal ile gerçek arasında kalmak. Yorucu ve yıpratıcı değil mi?
Ortak paydamız bu. Hepimiz bir şeylerin, birilerinin orada olduğunu zannediyoruz, hatta olmadığını bildiğimiz halde bunun hayaliyle-arzusuyla yürüyoruz hayatta. Sonra öyle bir gün geliyor ki ya orada olmadıklarını fark ediyoruz ya da zaten bildiğimiz gerçeği bir olay, bir karşılaşma, bir şiir, bir şarkı yüzümüze vuruyor. Öyle bir anda ağzımızdan dökülen bir cümle olsun istedim kitabın adı; “Bir de Baktım Yoksun”.
Resimler, şarkılar, kentler… Ruhu ve hatırası olan kavramlar. Babanızı bir şehre, bir kitaba, bir melodiye benzetmeye çalışsanız nasıl tasvir ederdiniz?
Hiç düşünmemiştim bunu. Ankara var elbette… Sonra polisiyeler, çok severdi polisiye kitaplar okumayı. Türküler var bir de kulağımda, hatta kendi kendine bağlama çalmayı öğrenmişti, karşısına oturtur, dinlememiz için ısrar ederdi. Bütün bunları toparlayınca Ankara’da geçen bir polisiyede, hatta şöyle diyelim: Emrah Serbes imzalı bir AnKara Polisiyesinde, kötü bağlama çalan ama hayatı doğru yerinden okuyan, eğlenceli ve ufuk açıcı bir karakter olurdu babam.
Hesaplaşmalarla yüklü bu kitabınızı en yakın zamanda edinmeliyim..
Kitabınız çok güzel,çok samimi duygularla yazılmış belliki ve okurken hiç sıkılmadan bir solukta okuduğum kitaplardan biri..Keyifle okudum…
(Kalem yazı yazmakta koşarken, Aşka gelince kırılır..der Mevlana ..)
Kaleminiz kırılmadan, Aşkla,sevgiyle,samimiyetle yazılmış daha nice öyküler yazmanız dileğiyle..
Teşekkürler..
"Ama sonunda okura -ve gazetecilere- en çok istedikleri şeyi vermiş oldum; "kitabın içinde gerçeklik var." Oysa hep söylediğim gibi, gerçek dünyanın kurmaca dünyaya transfer edildiği bir alanda duruyorum, oradaki ipin üzerinde yürürken düşünmüyorum bile ne gerçektir ne değildir diye. Bu metinler kurmaca metinler ama gerçekliğimle bir ilişkileri var elbette; onları ben yazdım. "
Çözüm belki de gerçekliğe bahsedilenlerle aynı kavramı vermemekte. Gerçeklik beş duyuyla algılananlarla ya da düşünülmüşlerle sınırlı değil belki de. Sınırsız gerçekliğin penceresinden bakınca ne kurmaca kalır, ne yalan, ne de yanlış anlaşılma üzüntüsü 🙂