Eskiz defterinden bir sayfa: 3M “Muasır Medeniyetler Mertebesi”

                 

(…! Neredeysen, ne halde olursan ol, ister eksili zaman uzayında, ister artılı gönül zamanında süzülüyor ol, beni bu –parantez de dahil olmak üzere- söylediklerim için bağışla!)

Lolita, Vladimir Nabokov

Sıradan bir karttı.

Sıradan mıydı? Ne önemi var? Bulurum birkaç güne kadar… (Birkaç gün mü, var mı o kadar zamanım?) Sıradan olsa da bulurum, olmasa da; ama böyle diyerek kafaları karıştırmaya gerek yok, çünkü sıradan bir kart arıyorum şu anda. Aramıyorum, nerede olduğunu biliyorum. (Kararlı olmak gerekiyor.) Kahverengi ceketimin cebindedir, o gün üstümde o vardı. (Ah bu sıradan günleri bir anda ayrıcalıklı kılabilme yeteneği; o gün, o gün, o gün…) Kahverengi ceket: en sevdiğim ceket. İnsanların sevdikleri giysileri vardır; keten gömlekler, kadife pantolonlar, kaşe ceketler, yün bereler, mavi çoraplar… (Mantıksız bir sıralama oldu; diğer giysileri kumaşlarına göre sıraladıktan sonra çorapların renginden söz etmenin ne gereği var?) İnsanların sevdikleri giysileri vardır; beyaz keten gömlekler, gri kadife pantolonlar, kahverengi kaşe ceketler, siyah yün bereler, mavi pamuklu çoraplar… Çoraplar. İnsanlar çorapları bile sever yeri geldiğinde. Benim de kahverengi ceketim var, seviyorum onu. Kızıl sakallı adamla karşılaştığım gün de onu giymiştim. Adamın apar topar elime tutuşturduğu kartın da, ceketimin o güzelim ceplerinden birinde olması gerekiyordu. Ama yok. Baktım, defalarca baktım; sağ cep, sol cep, iç cepler… Yok… Bulurum ama… Evde bir yerdedir, hangi deliğe girecek ki?

Önce kartı bulurum sonra da adamı. Adı neydi? Bir maden adı? Hayır! Bir peygamber adı? Hayır! Bir doğa olayı? Bilmiyorum… Soyadı neydi? Ne önemi var ki? Kartı bulunca adını da soyadını da öğrenmiş olurum. Adının dört harfli olduğundan eminim. Çünkü karta uzun uzun bakmış, adamın adını belleğime kaydetmiştim. Görsel belleğim iyidir. (Görsel hafıza diyorlar, ama görsel dedikten sonra hafıza demek garibime gidiyor… Garibine gitmek: Yadırgamak, şaşırmak. Yo hayır, kendime göre değiştiremem dili.) Görsel hafızam iyidir. Bir adı bir kere görmem yeter. Duyduğumu unuturum da gördüğümü unutmam. Gördüğüm yüzleri, filmleri, fotoğrafları, yazıları…

Yalan söylüyorum. Görsel hafızam (böyle diyorlar, değil mi?) o kadar güçlü olsa adamın adını soyadını hatırlardım (anımsardım).

Unuturum ben. Her şeyi unuturum. Duyduklarımı, okuduklarımı, kokladıklarımı, yaşadıklarımı, yaşattıklarımı…

Kendimi okumaya vermem bu yüzdendir belki de. Bir kitap, içindekileri unuttuğunuz zaman küsmez size. İnsanlar öyle midir ya! (“İnsanlar öyle midir ya!” demeyi çok severim. Bayılırım işaret parmağını sallayıp okuma gözlüğünün üstünden bakarak tatlı tatlı ders veren yazarlara.) İnsanlar öyle midir ya; adlarını, karılarının, çocuklarının adlarını, işlerini, son karşılaşmanızda konuştuklarınızı, oturdukları semti, içtikleri sigarayı, tuttukları futbol takımını, kendileriyle ilgili her şeyi hatırlamanızı beklerler sizden. Birini bile unutmanız kötü dost damgası yemenize yeter. İnsanlar damgalar. Yüzlerini hatırlamanız yeterli değildir, içlerini ezberlemiş olmanız gerekir. Oysa kitaplar.

Ben insanların içini okuyamam. Okurum diyene de inanmam. Ben insanlara inanmam. Bay Dört Harfli’ye de (yoksa Dört Harfli bey mi demeliyim? Dörtharflibey! Böylesi daha doğru olacak, ben gereksiz samimiyetleri de sevmem)… Dörtharflibey’e de inanmadım aslında. Kartını kabul ettim çünkü o anda elimden başka bir şey gelmezdi. Pişman değilim. O kartı kabul etmeseydim, sizi ararım demeseydim, adamın anlattığı saçmalıkları (inanmış bir yüzle) dinlemeseydim, şimdi aynanın karşısına geçip bu oyunu oynayamazdım.

Oyun oynamayı severim. Sadece kitaplarla ve kendimle.

Aynaya bakarken oturaklı bir şeyler söylemek istiyorum. Yüksek sesle. (İçimden konuşmayı sevmem zaten, yorulurum bir süre sonra.) Büyük sözlerim olmalı. (Aklıma hiçbir şey gelmiyor.) Önce kendimi incelemeliyim; gözlerimi, kaşlarımı, alnımı, şakaklarımı, yanaklarımı, burnumu, dudaklarımı, çenemi… Sol burun deliğimin tam bittiği yerde bir kılcal damar keşfediyorum. İlkokulda aceleyle çizdiğim Türkiye haritalarının üstüne kondurduğum Kızılırmak geliyor aklıma. (Asla iyi harita çizemedim; Marmara denizini uysallıkla çökmüş bir dört ayaklıya benzetemem –bazı hocalar fare derdi bazıları kedi-, Sinop çıkıntısını çok güdük yaparım, Hatay uzantısı da hep gereğinden büyük olur, en-boy dengesinden söz etmiyorum bile…) Yıllar ilerledikçe bu kılcal damarlar artacak; Kızılırmak Yeşilırmak’a, Dicle Çoruh’a, Kelkit Aras’a, Simav Filyos’a karışacak, Fırat yüzümde doğacak başka coğrafyalara akacak. Sonunda çatlamış kılcal damarlar yüzünden kızaran burnumla Abbas amcama benzeyeceğim. Her zaman bağcıklı ayakkabı satın alacağım ama bağlamaya üşendiğimden bir kere düğüm atacak, sonra ayakkabının fontunu eze eze çekecekle giyeceğim. (Çekecek kullanırken çevremdekilere “Bunun asıl adı nedir bilir misiniz; kerata!” diyeceğim.) Her yıl yaz bitmeden nezle olacak, bir sonraki kışa kadar yün fanilamı giymeden evden dışarı adım atmayacağım. (Pastırma sıcaklarında isilik döküp hatır hutur kaşınacağım.) “Efendi!” diye seslenenlerle kavga edecek, “Bey!” dedirtene kadar söyleneceğim. İlkbahar çiçekleri pıtrak pıtrak açmaya başladığında sevgili karımdan (üç çocuğumun anası, evimin direği, mutfağımın meleği) bumbar dolması yapmasını isteyeceğim. (Yağlı kuzu bağırsaklarını iki gün çamaşır leğeninde suda bekletecek, tersyüz edip sabunlu suyla yıkayacak, ondan sonra dolduracak… ah mutfağımın meleği…) Sonra bir gün çingene palamudu yerken boğazıma saplanan kılçığı çıkaramadan öleceğim. (Ruhuma fatiha!) Ben olmaktan çıkıp Abbas amca olacağım. Sol burun deliğimin bittiği yerdeki kılcal damardan nefret ediyorum bir anda.

İnsan en kolay kendinden utanıyor. O yüzden sevmem aynaları.

Comments (10)

nefesi uzun uzun alip birden vermek gibi okudum. supersiniz:)

Konu bana fazla dağılmış geldi. Ulaştığım sonuçsa; sanırım ölümlü olmaktan hiç birimiz hoşlanmıyoruz.

geçmişte yaşanılan anılar ve hatırlanılan birkaç hatıra.keşke olmasaydı ama bir kere oldu dediğimiz çok şey var…

Bense inanmam aynalara,inanamam.Hergün benim gördüğümü göstermek için mi çıkıyorum dışarıya? Yoksa intihar mı etmeliyim.Hayır,inanmamak en iyisi.

O Mektub'un esrarından sonra bu Dörtharflibey'in kartının sırrı da çözülemeyecek. Siz insanların kafalarında sürekli soru işaretleri bırakmaktan hoşlanıyorsunuz sanırım.

Ben bir şeyi daha merak ediyorum. Acaba Ankara'ya gidiş sebebiniz amcanızın vefatı mıdır? Ben, ondan bahsederken onu kendinizin yerine koyarak diğer insanlardan ayıran özelliklerinden ve hoş anılarından bahsettiğinizi düşündüm. Böyle güzel bi yazıyla da anmak isteyeceğinizi…

Öyle seviyorum ki yazdıklarınızı okumayı. Bu aralar elimde "Yedi Derste Vicdan Muhasebesi" var. Kanlar içindeki sarışın kadının Nimet olmasını beklerken, hatta içimden gizli gizli bir son yazarken birden turizm şirketindeki kadın çıkınca karşıma, bak şimdi oldu mu diyorum. Bir yandan da yine içten içe seviniyorum. Gitsin istiyorum Nimet İtalya'ya.
Lafı uzatmayayım. Unutkanlık ile okuma arasındaki bağlantıyı çok sevdim. Düşündüm de ne kadar doğru… En azından benim için. Ve insanın kendinden utanmasıyla aynalar… Şimdi aklıma bir de Cesare Pavese geliyor. Onun kendini yalnız bırakmamak adına tüm gece ayna karşısında oturuşu… Ve sonra yaşadığı kentte ölmek için kendi evi yerine bir otel odasını tercih edişi… Ve benim sevgili Bilge (Karasu) hocamın aynalarla ilgili sözleri…
Teşekkür etmek istiyorum sadece iki cümleyle tüm bunları hatırlattığınız için…
Her şey gönlünüzce olsun

Ben öykülerin sonunu severim.Öykünün sonu müthiş.İnsan kendini zor tanıyor.Bir yeri unutup bir yerden başlamak isteyenler için iyi bir fırsat bu yazı.Ellerinize sağlık…

Ne tuhaf değil mi insanın unuttuklarını hatırlaması. Aynı oranda sözlüklerin söyledikleri de…

Nedir unutmak?

1.Aklında kalmamak, hatırlamamak 2. Bir şeyi dalgınlıkla bir yerde bırakmak. 3. Bir şeyi yapamaz duruma gelmek. 4. Bağışlamak. 5. Gereken önemi vermemek, üstünde durmamak. 6. Hatırdan, gönülden çıkarmak.

Unutmak kadar hatırlamak da tuhaf.

Nedir hatırlamak?

1.Anımsamak.

Unutmaya dair ne kadar çok anlatım, açıklama varsa hatırlamaya dair bir o kadar az. Bir kelime diğerine nasıl olur da üstün gelir? Gelebilir mi? Kelimelerin hesaplarla işi olabilir mi? Ki hesapları hiç sevmem!
Unutulan bir şey hatırlanabiliyorsa şayet o zaman unutmak denen bir şey var mı gerçekten? Yok! Hiç inanmadım da ama beyin bunu geçerli kılıyor. Bu da tuhaf! Bir garip paradoks…
Sonra nesnelerin dünyasına girişi hızlanır insanın. Her şeyin bir tadı olur ama karşılığı yoktur. Ne bileyim sesleri, dokunuşları, duyguları, asabiyetleri yoktur. Varsa yoksa kısır bir geçişlilik durumunu insanoğlu kazandırır onlara. Karşılığı gelmeyen şeyler daha mı çok mutlu eder bizi? Bilmem!
Eşyaların gizli güçleri var sanki. Kitapların bel kemiği olmayan bir bedeni, dimdik durabilen ya da giysilerin parmak uçları olmadan dokunabilen parmakları… Değer, anlam, duygu adı her neyse birinden birini verir elbet onu alıp okuyana, giyene… Bu gerçek midir? Uzun bir yolculuk sohbeti bütün bunlar. Kısaltmak zor o nedenle üç noktaya sığınmak durumundayım.

Bir adın ağırlığından soyunmayı istemek neden bu kadar akılda kalıcı?

Bir oyun(u) oynamak neden bu kadar zevkli?İster kendinle ister kitaplarla.

ve…
elbette hesaplaşma anlarını da unutma(ma)lı ya da hatırlama(ma)lı!

Önümüze konan hedef nedir? Kendimizi gerçekleştirmek mi? Evet, aynaları sevmemeliyiz, kimliklerimizi üstümüzden çıkarıp atabilmeliyiz, ve bir şeye, bir yere, birine ait olduğumuzu hissetmeli fakat onların bize ait olmadıklarını fark etmeliyiz. Bir karşılık istemeden sevmeyi ve çabalamayı öğrenmeliyiz. Ve olmalıyız, bir şey olmayı veya olmasını beklemeden.

İnsan, unutmak ister, sonra pişman olup unuttuklarının bazılarını hatırlamak ister, bazen neyi unutmak istediğini unutur, bazen de unutulduğunu unutmak ister… Her şey bir heves gibi geçer gider.

Şayet eskiz defterinden olduğu gibi aktardınız ise muhteşem bir "otomatik yazı". Teşekkür ediyorum.

Not: Her baktığımı görmem fakat gördüğümü unutmam; bir de ben insanın içini okurum bir yüzünden bir de yazdıklarından 😉

"Büyük sözlerim olmalı.." O kadar tanıdık ki… Ne zaman bir çocuk gibi sinirle ağlamaya başlasam, o yaşların üstünü oturaklı sözlerim örtsün isterim; sanki karşımdaki onlardan etkilenirse ağladığımın farkına bile varmayacakmış gibi. Son zamanlarda da özellikle aynaya baktığımda düşüyorum bu kaygılara..

Leave a comment