Farklı okumalara açık bir ilişki ya da…

   
Bu kadar geç saatlerde çalışmanı sevmiyorum. Biliyorum yine aynı şeyi söyleyeceksin: “Ancak gecenin sessizliğinde, ruhumun dinginleştiği o karmaşık ve yalnız anlarda çalışabiliyorum.” Ne yapalım sen böylesin… Ama kızmazsan bana şaşırtıcı gelen bir gerçeği itiraf etmek zorundayım: Nasıl oluyor da her gece yazacak bir şeyler bulabiliyorsun? Yoo, yoo şöyle demeliyim: Ne yazıyorsun? Benim için birer damlaya karşılık gelen sözler, sende nasıl bir şelaleye dönüşüyor? Sözlerin dünyasında öylesine fazlasın ki, ben bu küçük dünyamda biraz daha azalıyorum.

***

Belki benim de doğru dürüst bir işim olsa, sen geceyarılarına kadar çeviri yapmak zorunda kalmazdın. Zaten bütün gün çalıştığın için yorgun oluyorsun, bir de geceleri… Öyle utanç verici ki… Kızgınsın bana, bu yüzden fotoğrafını çekerken dönüp bakmıyorsun bile. Bu beraberliği yaşatmak için öyle fazla sınav veriyorsun ki, gölgene sığınan ruhum bir kez daha sınıfta kalıyor.

***

Çok mu hızlı konuşuyorum? Yetişemiyorsan söyle… Fikirler aklıma geldiği anda, dilimden hangi hızda döküldüklerini farkedemiyorum. Neyse, iyi ki sen varsın. Yoksa bana bir uzaylı gibi görünen şu aletle saatlerce boğuşmak zorunda kalacaktım… Noktalama işaretlerinden sonra boşluk veriyorsun değil mi? Yorulduysan söyle… Canının fazla sıkılmasını istemem… Peki, devam edelim…

***

Ne anlıyorsun sabaha kadar chat yapmaktan? Bunun ilişkimizi zedelediğini göremiyor musun? Sen akşamüstüne kadar uyurken, iki kuruş kazanmak için koşuşturmaktan olan bana oluyor. Kendine büyülü bir dünya yaratmak için oturuyorsan her gece bilgisayarın başına, devam et… Çünkü ben sana bundan fazlasını veremem…

***

Başını biraz daha aşağı eğer misin? Tamam, böyle durunca ışığı çok güzel alıyorsun. Şimdi, sanki on parmak yazıyormuş gibi yap. Sen öyle yap, gerisine karışma, hareketli bir kompozisyon olsun istiyorum. Hayır, sakın bana bakma. Hiç sevmem öyle, objektife bakılıp, salak salak gülünen fotoğrafları… Hayır canım, sana salak demedim. Ne alakası var yahu? Hem arkadaşlarına hava atmak için bir halt bilmediğin halde bilgisayar başında fotoğrafını çekmemi istiyorsun, hem de kapris yapıyorsun. Ne versem daha fazlasını istiyorsun… Neyse, biraz da mouse ile oyna… Mouse şu sağındaki şey… Fare, fare…

***

Daha çok çalışacak mısın?.. Ben çıkıyorum… Bütün raporları kontrol ettim… Sen de artık toparlasan iyi olur. Kaç gündür geceyarılarına kadar çalışıyorsun. Bu şirketi sen mi kurtaracaksın?.. Şey, aslında günlerdir konuşmak istediğim bir şey vardı. Bana bir kaç dakika ayırabilir misin?.. Yarın mı konuşalım?.. Ama, tam da konuşacak cesareti bulmuşken… Hayır, hayır, bir şey demedim, kendi kendime konuşuyordum… Haydi, iyi akşamlar… İşine öylesine fazla takmışsın ki, sana olan duygularımı dinlemeye bile fırsatın olmayacak değil mi? Yazık, çok yazık…

***

Yazını yetiştirebilecek misin? Ne demek “belki”? Dergi yarın güncelleniyor? İyi de sen her seferinde aynı şeyi yapıyorsun? Son güne kadar bekleyip, sonra da yetiştiremedim diye geçiştiriyorsun? Bu yazı toplama döneminin bana ülser sancısı olarak döndüğünü gayet iyi bildiğin halde hem de… Nasıl elimden bu kadarı geliyor dersin? Ben kendim için bir anlayış beklemiyorum. Ama eğer inandığım tek şey için, yazı için daha fazlasını yapamayacaksan, beni de her seferinde kandırma. Hiç bir yazı, altındaki imza ile ayrıcalık kazanmıyor. İstemiyorum senden yazı filan, yeter artık.

***

Yeter artık. Elimden geleni yaptım. Seni anlayabilmek, kendimi anlatabilmek için elimden geleni yaptım. Bir duruşunu, bin farklı şekilde okumaya çalıştım. Eminim bunları bir metin haline getirsem, okuyanlar ya tekrarlardan sıkılacak ya da benim düşünemeyeceğim binlerce yeni metin bulacaklardır. Bense bütün bu farklı okumalardan bir tek sonuç çıkarabildim:

SEN BANA FAZLASIN
ya da…
SEN BANA FAZLASIN
SEN BANA AZ SIN

Comments (15)

Kendi içinde kendini imha eden çok f(az)la bir metin.

Yazdığınız her paragrafta görünen;
''Sen bana fazlasın''

Bu bile biraz dikkatle, ama gözle görülebileni..

Ya ruhun istediği?

Gözün gördüğü ayıklandığında o da aynı cümlede saklı değil mi?
Tıpkı gerçek olanı gibi..

''Sen bana fazlasın…''

Harikaydı..
Teşekkürler…

ellerinde kelimeler var sadece oynadığın. yaşamadığın hayatları anlatıyorsun sayfalarca. hiç gitmediğin yerlerde uyuduğun düşlerden dem vuruyorsun. vs vs..
hayran hayran dinliyor saçmalıklarını ya…

oysa sen onun gerçekliğinin altında eziliyorsun..

sana büyük gelen bir bedenin içinde pot duruyorken ruhun,
o dolu dolu yaşadığı hayatına sığmıyor…
öldürüyor ikinizi
yersiz bir bağlılık ve iflah olmaz kıskançlık…

hikaye çok tanıdık geldi:)

"Canının (fazla) sıkılma(sını) istemem…"

Hep şikayet ettiğimiz de kendi sevdiğimiz değil midir? Ya da incitmek istemediğimiz yine bizim olan…Seven bilir, cümleden de alenen bellidir, sevileni sıkmak istemez seven, ama asıl istemediği cânânın canını sıkmak değil, o canın fazlasıdır…"O can benim olsun, fazlasını istemem…"

Çok güzel bir yazıydı, kaleminize sağlık…

olağanüstü…

"ikimizi" konuşturdum ben bu yazıyı okurken. içini acıtabilen seslerle hayat bulan bir düet tadında..

ne söylesem hep eksik…

kimse kimse için ne eksik ne fazladır.ancak kendiyle olan kavgalarını çözerse yanında hep dengi olacaktır.bana falzlasın yada azsın demek bir bakıma kandırmaca…

Çok zekice tasarlanmış bir yazı olmuş, tebrik ediyorum…
Terkedip gidenlerin geride kalanlara söylediği klişe laflardan biri. Seni hak etmiyorum. Sen daha iyilerine layıksın. SEN BANA FAZLASIN… İnsanın (en azından benim) içini acıtan, kanatan bir cümle.

Bu bir ilişki oyunu, üç kelime yanyana gelince biter: 'sen bana fazlasın'. Ama üç kelimenin yanyana gelmesi için harcanması gereken bir zaman var; işte bu zaman içerisinde üç kelime bir oyun içindedir. Kelimelerin, cümlelerin arasına gizlenir, oyun sonuna kadar beraber söylenmez, yazılmazlar. Zaman geçtikçe, senin duyguların azaldıkça tekrar sıklığı artar, kelimeler yaklaşır; duyguların azaldıkça karşındaki fazlalaşır; oyun gerçek olur. Aradaki kelimeler silinir ve herşey yalın ve çıplak olarak söylenir; ve ilişki bitince sadece bir cümle hatırlanır: 'sen bana fazlasın'. Öneri: provasız oynayın!

Bazen sesim çıkmıyor..O panikle doğru tek bir cümle kuramayacağımı biliyorum. Hiç bir cevap veremediğim anlarda içimden geçenler komik; "Şimdi, hemen şimdi izin verseler yazsam..! Nasıl da anlatırdım herşeyi! Hiç beklemedikleri kadar net, yalın.. Konuşurkenki tüm anlamsızlıkların acısını çıkarırdım!"
İnsanın sırf yanındakini daha fazla üzmemek, yanındakiyle daha fazla yorulmamak için gelebileceği dinlencelik duraklar şaşırtıcı olabiliyor. Boğazımda tek tük gizlenmiş, kamufle olmuş tüm öğeleri tam bir cümle gibi yazabildiğim zamanlar en güzeli..

Her zaman eşit başlar. Beni sevdiğin kadar seni seviyorum ve beni düşündüğün kadar seni düşünüyorum.
Neden sonra bir şeyler eksilmeye yüz tutar da eksikliği kapatmak için türlü yollar aranır, bulunmaz. O değildir sana fazla olan, o'nda artık görmeye başladığın eksiklikler… Batar da batar.
''Sen bana fazlasın, ben sana azım. Neden? Çünkü asıl eksiklik benim kendi ruhumda. Nerde kaybettim o parçayı ve neden sende aradım ve neden bulduğumu sandım?''
Bugün seni seviyorum, dünden ne bir eksik ne bir fazla. Ve şunu çok iyi biliyorum; biz bir elmanın iki eşit parçası olmayı başarabilseydik, ruhum kaybettiği eksiği asla tekrar aramaya çıkmayacaktı.

insanın yüreği yumruğu kadarmış. öyle derler…
benim ellerim küçücük, aman Allah'ım bir de yumruk yapsam ortada el denecek bir şey kalmayacak… çocukken elimi olabilecek en gevşek yumruk haline sokup kalbimin tıbben bulunması gereken yere tutardım. olmazdı gene de küçük gelirdi. ben az mı sevgi taşıyacaktım yani… nasıl sığdıracaktım çok sevgiyi o kadar az yere? korktuğum gibi olmadı ama:) nitelikleri ve nicelikleri farklı çok çok sevgi sığdırdım. ormanlar yeşerdi, okyanuslar mavişti kalbimde. öyle bir alem oldu, samnayolu dalsa içine kaybolur. rüyalarımda başka alemlerde değil kalbimin evreninde dolaşıyor ruhum.

senin ne büyük ellerin var… peki yüreğin? daracık sokaklarından geçemedim… gettonda fakir düştüm. maviye kör kaldı gözlerim. o kadar az yere alemimi sığdırmanı istemek bencillikti biliyorum ama sen de denemedin gri gökyüzüne bir beyaz bulut eklemeyi bile…
gözlerimi senden alıp küçücük kalbime diktim. yeni mavilikler ekledim. küstüm evet ama sendeki küskünlükleri azaltmak için onu da senden ödünç aldım merak etme. yüreğin fazlalaştığında bileyim… çizdiğin bulutların altına okyanuslarımı sereyim…

Çok çok çok be(ğe)ndim.. Kaleminize kelimelerinize sağlık..

ilk defa fil uçuşunda soluksuzca okuduğum bir yazı oldu bu. türkçemizin güzelliği kelimelerle oynama zemini bir yana yazarı yazar kılan da bunları kavrayabilme değilmidir zaten..ellerinize sağlık yekta kopan.

‘’İlişkiler birimizin hekim, ötekimizin hasta; birimizin şaman, diğerimizin cin çarpmış olduğu tuhaf karşılaşmalardır…’’(Haşmet Babaoğlu)

Leave a comment