Ferit Edgü’nün toplu öyküleri: Leş

Ferit Edgü’nün toplu öyküleri Sel Yayınları tarafından tek bir ciltte toplandı: Leş.

Ferit Edgü öyküsü için çok şey söylenebilir-yazılabilir. Ama her şeyden önce bu olağanüstü öykü evreninin sıkı bir okuru olmak gerekir. Leş, bize bu olanağı veren, etkileyici bir toplam.Kitap çıkar çıkmaz Ferit Edgü ile, Kanlıca sahilindeki bir çay bahçesinde oturduk ve sohbet ettik. 1960 ihtilalinden kısa süre sonra, Yaşar Nabi’nin, o dönemin “bunaltı edebiyatı” (hatta boğuntu edebiyatı bile denmiş) yapan gençlerine, “İşte şimdi özgürlükler geldi, artık bunalmanıza gerek yok,” nasihatini veren yazısını gülerek anlattı. “Yapmaya çalıştıklarımız anlaşılmıyordu,” dedi. Elbette sorulacak çok soru, konuşulacak çok konu vardı. Ama zamanımız azdı. Yine de, Ferit Edgü’nün her söylediği, bugünün okuru ve yazarı için ufuk açıcı.

Öncelikle 1950 kuşağı için neler söyleyeceksiniz?

1950 kuşağı yazarları her şeyden önce bir “öykü yazarı” kuşağı olarak anılır ve bu da doğrudur. 1950 kuşağı yazarlarının edebiyatımıza katkısını bir kolektif yenileme hareketi olarak görmüşümdür. Bu kuşağın yazarlarının edebiyatımıza büyük katkıları vardır. Biz çok erken yaşlarda hem yazmaya hem de yayınlamaya başladık. Üstelik öğrenci dergilerinde falan değil, o günlerin belli başlı, saygın edebiyat dergilerinde ve gazetelerinde. Örneğin ben 18 yaşında yayınlatmışım ilk öykülerimi. Aynı dönemde Demir Özlü, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz, Onat Kutlar, başlangıçta birbirimizden habersiz, yazdıklarımızla sağda solda belirmeye-görülmeye başladık. Bizi yazdıklarımız, yani edebiyat bir araya getirdi. 50 Kuşağının en önemli vurgusu budur belki; edebiyatın bir araya getirmiş olması. Manifestosu yoktu ama bir yenilik hareketi olduğu tartışılmaz. Üstelik bu saydığım isimlerin dışında Bilge Karasu, Vüsat O. Bener, Nezihe Meriç, Leyla Erbil, hatta bizlerden biraz daha sonra gelen Tomris Uyar ve Füruzan bana göre yine bu kuşağın içinde değerlendirilebilir. Bütün bu tabloyu birleştirerek baktığımızda, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türk edebiyatında böyle bir olay daha önce yaşanmadı.

50 kuşağının edebiyatımızdaki yenilik hareketi yeterince anlaşılabildi mi, bugünü okuru tarafından değerlendirilebildi mi?

50 kuşağının bir kusuru vardı bence; kendi okurunu yaratamadı . Elbette bir okurumuz vardı ve bizler bugünkü anlamda büyük okur kitlelerine sahip olmayı da hiç düşünmedik. Hatta kitaplarımızın zaman zaman baskılar yapması şaşırtmıştır beni. Bir okur yaratma kaygımız olmadı açıkçası. O dönemde bizden kaynaklanmayan daha önemli bir eksiklik vardı. O dönemin sözü geçen eleştirmenleri -ki bir çoğu arkadaşımızdı- bu edebiyata yakın değildiler. Başka bir donanımları vardı, daha toplumcu bir görüşten eleştiriler yazıyorlardı. Ataç çoktan ölmüştü, oysa ben isterdim Ataç’ın bizim kuşağın eleştirmeni olmasını, bizi çok iyi anlayacağını düşünmüşümdür hep. Bize arka çıkabileceklerden biri de Sait Faik’ti ama ne yazık ki o da yetişemedi. Ama bizim eleştirmen arkadaşlarımız sosyal gerçekçi bir çerçeveden bakmak uğruna bizim yapmaya çalıştıklarımızı “bunaltı edebiyatı”na dönüştürdüler. Kısacası o dönemde pek anlaşılmadık ama şunu da söylemeli ki, sadece Türkiye’de değil, dünyanın çeşitli yerlerinde bizim kuşağımızın edebiyatıyla ilgili tezler yazıldı. Bu da azımsanacak bir şey değil.

Peki bugünün öyküsü için neler söyleyeceksiniz?

Romanın tecimsel bir yanı var. Bu bütün dünyada böyle. Para getiren edebiyat romandır. Buna karşılık, öykü hiçbir zaman, Türkiye dahil, edebiyatın üvey çocuğu olmamıştır. Hala sorulur mu bilmem ama bana sorulurdu, “Yeterince öykü yazdın, ne zaman roman yazacaksın?” diye. Tabii, bu öykünün ve romanın edebiyat içindeki yerlerini birbirine karıştırmaktan geliyor. Türkiye, öykü sanatı açısından talihli bir ülkedir. Amerika, Rusya ve biraz da Güney Amerika’yı bir kenara koyacak olursak, örneğin Avrupa’daki başka ülkelerde, Türkiye’deki kadar zengin bir öykü anlayışı ve kaliteli öyküler yoktur. Bunun neden kaynaklandığını biz bilmeyiz. Ama Türk öykücülüğünün bir kökü var, bu belki de halk anlatılarından geliyor. Örneğin 50 kuşağı başlı başına bir olaydır. Şu anda da öyle görüyorum ki, ne yazık ki şiir için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, bizden sonra gelen kuşaklarda da öykü ağırlığını korudu.

Peki sizce öykü hep romanın gölgesinde mi kalacak? Bu kaçınılmaz bir kader mi?

Sanırım değil. Bir iki şiiri dışında hiçbir zaman roman yazmayı düşünmeyen Borges’in, son elli yılda, dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde gördüğü ilgi bunu böyle olmadığını gösteriyor bence.

Meraklısı söyleşiyi buradan izleyebilir: http://video.ntvmsnbc.com/#gece-gunduz-1-eylul-2010.html

bir yorum bırakın