Geçmişin cevaplanamayan sorularıyla uğraşmak, gerçekten zorlayıcı olabilir. İnsan doğası gereği, geçmişteki belirsizlikler ve karışıklıklar bugünkü düşüncelerimizi etkileyebilir. Bazen bu durum, içsel bir huzursuzluğa veya belirsizlik duygusuna neden olabilir. Ancak bu soruları kabullenmek ve anlamaya çalışmak, huzur için önemli bir adım olabilir. Bazı zamanlar, bu soruları sorgulamak bize derinlemesine bir anlayış ve kabullenme sağlayabilir.
Peki ya kabullenemiyorsak? Ya anlam veremiyorsak? Anlamlandırmak için attığımız her adım, daha derin bir karanlığa götürüyorsa bizi?

O zaman belki de kabullenmek yerine, anlamlandırma çabamızın kendisi bizi hapseder. Geçmişin, özellikle cevapsız sorularla dolu olduğu anlarda, anlam arayışı bir tür kaçış olabilir. Sadece bir boşluğu doldurmak için uğraşmak, her adımda biraz daha kaybolmamıza yol açar. Yavaşça, çözmeye çalıştıkça daha karmaşık ve karanlık bir hale gelir. Bir anlam çıkarmaya çalışırken, aslında sadece daha çok kayboluruz.
Bu noktada, belki de anlam arayışından biraz geri adım atmak gerekebilir. Bazen, cevapların peşinden gitmek yerine, soruların varlığını kabullenmek ve bunları bir yük değil, bir parça olmak olarak görmek gerekebilir. Her şeyin açıklığa kavuşması gerekmiyor; bazen sadece durup, yaşadığımız anın ve hissettiklerimizin farkında olmak da bir anlam taşır. Ama bu da kolay değil. Her adımda, daha derin bir karanlığa doğru gitmek, gerçek bir içsel çalkantı yaratabilir.
O zaman belki, o karanlıkla yüzleşmek, sadece anlam aramaktan vazgeçmek ve onu kabul etmek, bir nevi kendi huzursuzluğumuzu kabullenmek olabilir. Huzursuzluk, aslında bir tür evrim. Zihnimizin kendini iyileştirme ve dönüştürme biçimi.
Adı ve mesleği babasından kalma Bekir’in de durumu bu. Bekir pişiyor. “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere”de pişiyor. Mutfak sıcak, yanıyor. Havalandırma çalışmıyor, yanıyor. Geçmişin muğlak anları el yakıyor, yanıyor. Bekir pişiyor. Kafa gidiyor.
Bekir, bir mutfak şefi. Aşçı. Meslek de isim de babadan kalma. “Beyefendi”ye hizmet etme hali de, cevaplanamayan sorular da. Yumurtayı “mükemmel” pişirme işi, mutfağın sıcak havasında dolaşan akbabalar, “yukarıdakilere” hizmet etmek zorunda olan “aşağıdaki” arkadaşlar da babadan kalma. Babanın bıraktığı yük bir kader mi yoksa kabullenilmesi gereken bir huzursuzluk mu?
Emir Taha Sarı’nın metni bu huzursuzluğun, bu uçup giden kafa halinin, bu zihin labirentinin izini sürüyor. Üstelik “muğlak”tan bir “mutlak” yaratma amacı gütmeden. Yok öyle bir şey çünkü. Bence yok. Varsa bir çıkış, varsa kayığı sürecek bir nehir, o da kabullenme nehri. Kabullenince kusursuz pişiyor poşe yumurta.
İrem Kalaycıoğlu’nun reji anlayışı da, bu kabullenmenin bütün evrelerine sahne sahne götürüyor biz izleyicileri. Oyunculara geniş bir alan bırakmaktan korkmayan ama matematiğin ve ritmin aksamamasına özen gösteren bir reji bu. Tam bir saatlik duygusal maratonda, gerilimle eğlencenin, ironikle hüznün parkurları birbirine yaklaşıyor. Birbirinde eriyor.
Ammar Özçelik’in maharetli ışık tasarımı, Yusuf Tan Demirel’in ses tasarımı, Doğukan Taylan Vargün’ün ve Kayra Belen Yardımcı’nın dekor-kostüm tasarımları ve Göksü Işık – Gökhan Öcal ikilisinin harika müzikleri de İrem Kalaycıoğlu’nun kurduğu dünyaya mükemmel hizmet ediyor. Ezgi Yazıcı’nın yardımcı yönetmenliğinin de katkısını unutmamak gerekiyor.
Bir paragraf da canım arkadaşım Aylin Alıveren için. Aylin’in tiyatroya katkısına paragraflar yetmez. Öğrencileri, destekleri, mücadelesi ve yaptığı her şey için sarılıyorum Aylin’e. Bu oyunda da süpervizör ve dramaturg olarak çalışmış. Dünyayı dramaturglar kurtaracak.
Yazının başından beri oyunun adını anmadım. Hatta bir oyundan söz ettiğim bile belli değil. O kadar muğlaklık iyidir.
Oyunumuzun adı “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere”.

Sezonun tavsiye edeceğim oyunlarından biri. Mutlaka izleyin.
Sahnede tam bir “ekip oyunculuğu” var. Bekir Şef rolünde Emre Yıldızlar’ın öne çıktığı oyunda İlyas Özçakır, Gül Doğa Sevi, Ferhat Teymur, Onur Akbay ve Yusuf Sarıaslantempoyu, geçişleri bir an düşürmüyorlar. Birbirlerinden tarifleri gizlemeden yemek yapıyorlar. Hem metin hem de reji bütün oyuncuların “öne çıkmasına” izin veriyor. Ama kimsenin derdi öne çıkmak değil. Hepsi Bekir’in kafasını toplaması için var güçleriyle çabalıyorlar.
Huzursuzluğu kabul edip yaşam rutinine dönmek mümkün mü? Huzursuzluk, genellikle bir değişim, bir sarsıntı anıdır ve insan bu tür bir durumu ya derinlemesine sorgulayarak ya da onu sadece bir duygu olarak kabul edip yaşamını sürdürerek aşabilir. Ancak bu, kolay bir süreç değil. İnsanlar huzursuzlukla ne kadar barışık olursa, o kadar çabuk tekrar dengeye gelebilirler.
Peki Bekir, bir çeşit dengeye gelecek mi? Bu sorunun cevabı izleyicinin içindeki Bekir’de gizli. Herkes kendi kafasından, huzursuzluğundan ve Bekir’inden sorumlu ne de olsa…
Rutinler, bazen güvenli bir alan yaratır; ama bazen de bu rutine sıkışıp kalmak, huzursuzluğumuzu daha derinleştirir. Önemli olan, bu huzursuzluğun bizim kimliğimizi tanımlamaya başlamasına izin vermemek. Eğer huzursuzluk, hayatın geri kalanını şekillendirecek kadar güçlü hale gelirse, tek çözüm yüzeyde yaşamaya devam etmek.
Huzursuzluğu kabul etmek ve rutinlere dönmek, bazen bir tür savunma mekanizmasıdır. İnsan, kaybolmuş gibi hissettiğinde, düzen ve alışkanlıklar ona güven verir. Yaşamın karmaşasına karşı bir tür sığınak oluşturur. Bazen de “kısık ateşte düdüklü tencerede” pişen bir yemek ya da tarifi babadan kalma bir poşe yumurtadır o sığınak.
Kişisel Notlar: Oyun sonrasında yazar Emir Taha Sarı’nın ve yönetmen İrem Kalaycıoğlu’nun henüz yirmili yaşlarında olduğunu öğrendim. Tam yaşlarını öğrendim ama yazmayacağım. Ayrıca her ikisinin de henüz ilk işiymiş. Aynı gençlik vurgusunu oyuncular için de yapabilirim. “Yaşçılık” meselesini de eski kuşakların yenilerin başını okşamasını da sevmediğimden yazıda bu meseleye değinmedim. Ama son anda söylemek istedim; çünkü bu durum geleceğe dair umutların en değerlisi. İlk işlerinde böyle bir imza atan ekip, kim bilir daha neler yapacaklar. İşte o zaman “kafamız gider”. Galatasaray Üniversitesi’ne teşekkür ederim. Bir teşekkür de yeni tanıdığım ama hem oyunculuğu, hem yönetmenliği, hem yazarlığı hem de dostluğuyla beni etkileyen İlyas Özçakır’a…

Oyundan sonra bütün ekiple fotoğraf çektirdik. Sevgili Pınar Fidan da bizimle birlikteydi.