Agota Kristof’un “Büyük Defter / Kanıt / Üçüncü Yalan” üçlemesi, defalarca okunup, yorumlanması gereken bir başyapıt.
“Teneke Trampet”in büyümeyi reddeden Oskar’ı savaşın eşiğindeki Alman toplumuna çığlığıyla ve teneke trampetinin sesiyle tokat atar. “Pan’ın Labirenti”nin 10 yaşındaki kahramanı Ofelia, savaşın karanlığından, hayallerinin ve bilinçaltının dehlizlerinde yürüyerek uzak durmaya çalışır. Joseph Joffo imzalı “Bir Avuç Bilye”nin kahramanı mantığın bittiği savaş günlerinin çıkmazında büyümeye çalışan on yaşındaki bir çocuktur. Savaşın vahşetini çocukların dünyasında, onların gözünden ya da Fellini’nin “Amarcord”unda olduğu gibi bir büyüme sürecinde anlatan sanat yapıtları çokçadır. Ancak 1986-1991 yılları arasında yazılmış bir üçleme var ki, diğerlerinden çok daha sert bir iklimde duruyor. Agota Kristof’un “Büyük Defter / Kanıt / Üçüncü Yalan” üçlemesinin baş karakterleri olan ikiz kardeşler, biz okurların savaşa, çok daha farklı bir mercekle bakmamızı sağlıyor. İkizlerimiz Lucas ve Claus, , savaşların yıkıcılığının ve baskıcı rejimlerin karanlığının, insanı hayvanlaştırma sürecinin belki de en sert anlatıcıları.
Her ne kadar net bir şekilde belirtilmese de en azından yazarın biyografisinden Macaristan’da olduğumuzu biliyoruz. Savaşların, yıkımların karanlık tarihi. İnsanı, insanlıktan çıkaran fiziksel ve ruhsal koşulların, varoluşu sarsan tokadı. Büyük şehir Budapeşte’den sınır boyundaki kırsala yayılan bir çöküşün acısı. Gerçeği ararken yaşanan/yaşatılan yalanlar. Peki ne önemi var coğrafyanın? Yok! Daha yakınımızda, daha uzağımızda, ne fark eder. Savaş coğrafyaları yok edip geçiyor tarih sayfalarından. Agota Kristof’un “Büyük Defter / Kanıt / Üçüncü Yalan” üçlemesi, coğrafya kitapları kadar, tarih kitapları kadar ve elbette onlardan daha gerçek bir çığlıkla doluyor zihnimize.
Üçlemenin ilk kitabı 1986 tarihli “Büyük Yalan”, tersine çevrilmiş bir masal gibidir. Zamanın ve adın olmadığı bir coğrafyada, Hansel ve Gretel’in cadının kulübesine gidişi bir gidiştir ikizlerin Anneanne’nin kulübesine gidişi. Ruhun karanlığına cesur bir yolculuktur. Adlarının Lucas ve Claus (sadece birkaç harf yer değiştirir adlarında) olduğunu ancak ikinci kitapta öğreneceğimiz ikizler, anneleri tarafından Büyük Şehir’den getirilir ve herkesin “Cadı” diye çağırdığı Anneanne’nin kulübesine bırakılır. İkisi bir kişi gibi yaşar, bir kişi gibi anlatır, bir kişi gibi yazar, vurucu ve kısa sahnelerden oluşan bu ilk kitabı. Alıştırmalar yaparlar; kemerle döverler birbirlerini vücutlarını güçlendirmek için. En ağır hakaretlerle bağırırlar birbirlerinin yüzüne. Bu da yetmez, eskiden kalma güzel sözleri, içleri boşalan kadar tekrar ederler, belleklerini bir başka yönde güçlendirebilmek için. “Tekrarlamaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor.” Nasıl bir şey olduğunu anlamak ve insanların tepkisini ölçmek için dilencilik alıştırması yaparlar. Biri kör biri sağır rolü üstenir, bakışlarını içe çevirmeyi ve kulaklarını her türlü sese kapatmayı öğrenebilmek için. Açlık alıştırması yaparlar. Öldürmeyi öğrenirler; “Seviyorsunuz öldürmeyi, değil mi?” diyen Anneanne’lerine, “Hayır, tam tersine, hiç sevmiyoruz. Bu yüzden de alışmalıyız,” diyerek. Savaşın kararttığı ruhlar karşısında, Teneke Trampet’in Oskar’ının tam tersine bir tutum sergiler ikizler. Büyümeyi reddetmek ya da bir an önce büyümeye çalışmak değildir onların derdi. İnsanlıklarını, ormanın içindeki o pis kulübeye gömmektir. Duygularından uzaklaşıp duygusuz bir kameraya dönüşene kadar kendilerini parçalamaktır. Bütün bu süreçte yazmanın ve okumanın önemli bir rolü vardır. İkizler için insandan daha güvenilir bir limandır yazmak ve okumak. “Öğrenim Hayatımız” başlıklı bölüm tam da bu anlamda çok önemlidir. Konusunu kendilerinin belirlediği bir kompozisyon dersinde yazılanları okuduğumuz bilgisini verir kitap bize. Bir meta-kurmaca içinde yürüdüğümüzü fısıldar. Tanrının yazdığından daha “iyi” bir kayıt düşülmektedir “Büyük Defter”e. Duyguları yok edip gerçekleri kayda geçirmeye uğraşır ikizler: “Duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp nesnelerin, insanların kendileriyle, yani olayların sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım.” Kutsal Kitaplardan daha ağır kitaplar isterler okumak için, tarih ve coğrafya kitaplarıdır ilgilendikleri, gerçekleri anlatan kitaplardır, uydurulmuş şeyler değil.
Uzun bir alıntı olacak ama Slavoj Žižek’in Paralaks’ın Türkçe çevirisi için yazdığı önsöze bakmakta fayda var. Şöyle diyor Žižek: “Bana sık sık soruyorlar: kitaplarınızda nasıl bir etik savunuyorsunuz? bütün hepsinde ortak olan bir etik tutum var mı? İşte yanıtım: evet, var, ahlaktan yoksun bir etik savunuyorum – ama Nietzsche’nin bizi kendimize sadık kalmaya, iyinin ve kötünün ötesindeki seçilmiş yolumuzda ısrar etmeye çağıran ahlaksız etiği değil. Ahlak benim diğer insanlarla olan ilişkilerimin simetrisiyle ilgilidir; onun sıfır seviye kuralı “benim sana yapmamı istemediğin şeyi bana yapma”dır; etikse, tersine, benim kendimle tutarlılığımla, kendi arzuma bağlılığımla ilgilenir. Fakat, etikle ahlakı ayırmak için tümüyle farklı bir yol daha var: Friedrich Schiller’in naifle duygusal karşıtlığı çizgisinde bir yol. Ahlak “duygusaldır,” ötekilerini (sadece), ötekilerinin gözüyle kendime baktığımda, iyi olan kendimi sevmem anlamında içerir; etikse, tersine, naiftir – yapmam gereken şeyi yapılması gerektiği için yaparım, iyiliğim yüzünden değil. Bu naiflik düşünümselliği dışlamaz – hatta ona, insanın yaptığı şeye karşı soğuk, katı bir mesafesi olmasına izin verir. Bu türden etik tutumun en iyi örneklerinden biri, Agota Kristof’un Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan adlı üçlemesinin ilk cildi olan Defter’de sergileniyor. Kitap İkinci Dünya Savaşı’nın son ve Komünizmin ilk yıllarında, büyükanneleriyle birlikte küçük bir Macar kasabasında yaşayan ikiz iki çocuğun öyküsünü anlatıyor. İkizler tümüyle ahlaksız – yalan söylüyor, şantaj yapıyor, öldürüyorlar… – yine de, en saf haliyle otantik bir etik naifliği cisimlendiriyorlar.”
Daha sonra ikizlerin eylemlerinden örnekler veriyor Žižek. Onların öznel yaklaşımlarını örnekleyerek kendi etik duruşunu tartıyor ve sözlerini şöyle noktalıyor: “Benim durduğum yer işte bu – böyle olmak isterdim: duygudaşlıktan yoksun etik bir canavar, kör bir kendiliğindenlikle başkalarına yardım etme görevini yerine getiren, ama onların iğrenç yakınlıklarından kaçınan bir canavar. Böyle daha çok insan olsaydı, dünya, içinde duygusallığın yerini soğuk ve katı bir tutkunun alacağı hoş bir yer olurdu.”
“Büyük Defter” ikizlerden birinin sınırı geçmesi ve diğerinin geride kalması ile son bulur. 1988 tarihli ikinci cilt “Kanıt”, savaşın hemen arkasından gelen baskı rejiminin karanlık yıllarında geçer. Büyük bir çöküşün özneleri Lucas’ın dünyasından geçer: Papaz, Parti sekreteri Peter, babasıyla yaşadığı aşktan sakat bir bebek sahibi olan Yasmine, Lucas’ın oğlu gibi sahipleneceği sakat çocuk Mathias, siyasi suçlu olarak asılan kocasının ruhuyla yaşayan kütüphane görevlisi Clara, tek isteği romanını yazmak olan kitapçı Victor, uykusuzluk çeken adam ve diğerleri… Hepsinin cesaretle anlatılan tüyler ürpertici hikayeleri, aslında “Büyük Defter”in sayfalarına sızan birer itiraf gibidir. Agota Kristof, okurun nabzını sürekli kontrol eden bir kurguyla anlatır hikayesini. Okur bir an bile elinden bırakamaz romanı, satırlar Mathias’ın en korkunç kabusundaki ölü ağaç gibi çeker bizi kendine.
“Ölenlerle gidenlerin arasında fark vardır, ölmeyenler bir gün döner.” 1991 tarihli üçüncü cilt “Üçüncü Yalan”, dönüşün ve gerçeği arayışın romanıdır. Sürgünden dönen ikizin, kardeşini ve bütün o karanlık yıllarda kaybolan gerçekliği arayışının hikayesidir. Masalın bittiği noktada kendini bulma, ikiye bölünmüş bir ruhu birleştirme zamanıdır. Şizofrenik parçalanış, yazmak-okumak-anlamak sürecinde sorgulanacaktır. Žižek’in yorumuyla duygusallığın yerini alan soğuk ve katı tutku, şiirsel bir bütünlenmenin kapısını çalar “Üçüncü Yalan” boyunca. Okur, bütün bedeninin dondursa da bu buz gibi romanı elinden bırakamaz.
Agota Kristof’un üçlemesi, günümüz edebiyatının belki de en sert, en keskin, en zihin sarsıcı üçlemesi. Düz ve simgesel anlamlarıyla, her okuyuşta ayrı bir cepheden taarruza geçiyor. Savaş, yıkım, baskı, iyilik, kötülük, göçmenlik, ötekileştirme, din, ahlak, aşk, tutku, cinsellik, kimlik, gençlik, yaşlılık ve çok daha fazlasını sorgulayan-sorgulatan bir büyük şiir.
Yapı Kredi Yayınları üçlemeyi ilk defa tek kitap halinde yayınladı. (Üç kitabın Türkçede ilk baskıları Afa Yayınları tarafından ayrı ciltlerde yapılmış.) İlk baskının olduğu günlerde Burak Eldem, Cumhuriyet’te “Acı çeken insanın acının kaynağına doğru gerçekleştirdiği yürekli bir kontratak” yazmış. Fethi Naci, ise Gösteri dergisinde “Büyük Defter insanı allak bullak eden bir roman. Okumamış mıydınız?” demiş. Şimdi “okudum” diyebilmenin, üçlemenin sayfalarında insanlığı sorgulamanın tam zamanı. “Büyük Defter / Kanıt / Üçüncü Yalan” tartışmasız bir başyapıt.
“Ölenlerle gidenlerin arasında fark vardır, ölmeyenler bir gün döner.” kardeşlerin ve candostların ayrılışı sevgililerin ayrılışından daha çok dokunur bana. savaş ve çocuk, savaş ve ikizler…
del toro, pan'ın labirenti'nin daha başında beklentilerimizin umut ve aydınlık olmaması gerektiğini bize açıkça belirtmişti. sinemada yakıştıramayıp insanlar içinde ağlayamadığımı; filmi her seyredişimde döküyorum gözümden. doğrusu bu seriye başlama konusunda tereddutlere düştüm.
hadi bi "çocuk cesareti" mi gelse ne?