John Maxwell Coetzee, 1940’ta Güney Afrika’nın Cape Town kentinde doğmuş bir yazar. Cape Town’da tamamladığı İngilizce ve Matematik eğitimlerinin ardından önce bir bilgisayar programcısı olarak İngiltere’ye gitmiş ve üç yıl burada yaşamış. 1965’te ABD’ye gitmiş. Texas Üniversitesi’nde Edebiyat doktorası yapmış. Doktora tezi olarak da Samuel Beckett’in çalışmalarının biçimsel analizini bilgisayar ortamında yapmış. New York Üniversitesi’nde İngilizce ve edebiyat dersleri verdiği yıllarda ilk romanı “Dusklands”i yazmaya başlamış. 1971’de Vietnam Savaşı karşıtı bir gösteriye katıldığı için oturma izni iptal edilince Güney Afrika’ya dönmüş. Hep bir taşra olarak gördüğü ve bir türlü barışamadığı Güney Afrika’da 2002’de Cape Town Üniversitesi’nden emekli olana dek çalışan Coetzee, daha sonra Avustralya’ya yerleşmiş ve 2006 yılında da Avustralya vatandaşlığına geçmiş. Bir de büyük acı var bu hayatın içinde; 1989 yılında 23 yaşındaki oğlu Nicolas’ı bir kazada kaybetmiş J.M.Coetzee. Bütün bu yoğun hikayenin diğer ucunda da başarılarla dolu bir edebiyat kariyeri duruyor; 1974’te yayımlanan ilk romandan sonra hep artan bir okur kitlesi, 10 roman, 2 otobiyografik anlatı, 4 makale kitabı, iki Man Booker ödülü ve 2003 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü.
“Çocukluk” ve “Gençlik” bölümlerinde kendisine (üçüncü tekilde anlattığı Coetzee adlı karaktere mi demeliyiz?) o kadar hoyrat davranıyor ki, ayna karşısında yapılan bir otopsiye dönüşüyor okuma süreci. Ve her edebiyatseverin dönüp dönüp defalarca okuyacağı mükemmel son bölüm “Yaz Mevsimi”nde en ileri noktaya kadar gidiyor Coetzee. Yıllarca yazınsal varlığı dışında ortalarda görünmemeye dikkat eden, söyleşi vermeyen, pek fotoğraf çektirmeyen, hatta ödüllerini almaya gitmeyen ‘edebiyat keşişi’ Coetzee, bu bölümde yazarı tümüyle ‘öldürüyor’. Bu bölümü ölmüş bir Coetzee’nin arkasından onun kişisel tarihinde yeri olan beş kişiyle yapılmış söyleşilerden oluşturuyor. Bir bütün kitap için (ama özellikle bu son bölüm için) rahatlıkla son zamanlarda okuduğum en iyi edebi metin diyebilirim.
Bütün kitaplarını sevdiğim, çoğu zaman üslubundaki soğukkanlılığı gıpta ile takip ettiğim bir yazarın eseri hakkında nasıl bir tanıtım yazısı yazabilirim diye düşündüm önce. Sonra da kişisel deneyimimden yola çıkarak en içten sözlerle önermek istedim. Siz de tıpkı yazar dostum Murat Gülsoy’la yaptığımız gibi en yakın kitap dostunuzla paylaşın bu cildi ve günler geceler boyu J.M.Coetzee’nin kaleminin rehberliğinde edebiyat konuşun. Başka ne diyebilirim ki?
Coetzee ve Gordimer 'minority' writer katagorisinde en sevdigim ve begendigim yazarlardir. Yaziniz icin tesekkur ederim, guzel bir paylasim olmus keza ..
Sizin deyiminizle, "kitaplardan kule" yapmayı seven biri olarak, ne yalan söyleyeyim, kulenin ortasına dikmiştim bu kitabı. Kule uzun, iş temposu yoğun olunca, azar azar ilerlemeyi "vicdan yapar" hale gelmiştim.
Beni, yazınız ile vicdan muhasebesinden "sarsarak" kurtardığınız için teşekkür ederim.
Zira, dört günlük Bodrum kaçamağına saatler kala, Coetzee'yi, hop hemen kulenin başına diktim.
Bence kesinlikle "rahat kafa" ile okunması gereken bir kitap. Kafayı rahatlamak için değil yani! Dili ağır ve kurgusu komplike değil. Ama şaşırtmalar yapıyor! İyi takip etmeli! Oya gibi işlenmiş işte! Ve en önemlisi benim bu "enteresan" yazarı keşfimi "özel" kılmam lazım.
Çünkü bunu hakediyor. Bitirince tekrar yazacağım. Söz! Sevgiler…