“Masumca başlamıştı. Katya Spivak on altı, Marcus Kidder altmış sekiz yaşındayken.”
Bu kısa ama vurucu giriş ile başlıyor Joyce Carol Oates’in son romanı “Güzel Bir Kız”. Daha birinci bölümde iki kahramanımızın karşılaşması ile tersine okunacak bir şimdiki-zaman Lolita’sı ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Merkez karakterimiz (ve anlatıcı kameranın, kadrajından asla çıkarmadığı) Katya Spivak, on altı yaşında, lüks bir sayfiye bölgesi olan Bayhead Harbor’da, “sonradan görme” bir ailenin iki çocuğuna dadılık yapan, New Jersey-Vineland’den gelme bir kız. (İnsan düşünmeden edemiyor: Oates, gerçek bir yer olan Vineland’i tercih ederken, Nabokov’un “Ada ya da Arzu” romanındaki Andrey Vinelander karakterine gönderme yaparak, esinlendiği “Lolita” yazarına şapka çıkarmak mı istedi acaba?) Katya, daha ilk sayfalarda bölgenin saygın isimlerinden altmış sekiz yaşındaki görmüş-geçirmiş, çocuk kitapları yazarı, ressam, kibar, incelikli Marcus Kidder’la karşılaşır. (Marcus’un soyadı da pedofili konusuna gönderme hissini vermekte açıkça.) Katya, bir iç çamaşırı mağazasının vitrinine bakmaktadır ve Marcus yaklaşıp sorar: “Peki sen ne isterdin, eğer bir dilek hakkın olsaydı?” Masala giriş sorusudur bu; prens-kral-büyücü-cin, zavallı köylü kızına sorar: “Dile benden ne dilersen!”
Olay hemen başlar. Elimizde sayfa-çevirten, bitirmeden bırakamayacağımız bir kitap olduğunu biliyoruz artık. Okurun kafasındaki soru çok net; “Bu ikisinin arasında ne/neler yaşanacak? Yoksa… yoksa…”
İşte Joyce Carol Oates’un romanının başarısı da burada; okuma heyecanını sürekli yukarıda tutabilmesinde. Ama bir de madalyonun öteki yüzü var.
Hiçbir karakterinin ruhunun derinliğine inmiyor Oates. Katya’nın zihnine girdiğimiz anlarda bile bu derinliği bulamıyoruz. Geçmişe ait bir görüntü, bir anı ya da bir diyalogla, Katya’nın hangi güdülerle karar verdiğini anlamamızı bekliyor yazar. Çoğunlukla öylesine klişe sahneler kuruyor ki, beklentisini hemen cevaplıyoruz okur olarak. Çünkü bu sahnelerin benzerlerini çok sayıda kitapta okuduk, filmde gördük. Alkolik-bağımlı-yalancı anne, onun her tür pisliği yapabilecek sevgilileri ya da uzaktan kuzenin kafayı kırıp sarkıntılık yapması klişeleri, ikinci sınıf Amerikan filmlerinin olmazsa olmazıdır zaten. Ayrıca özellikle Amerikan halkının yoksul orta sınıfında bir gerçekliği de vardır bu “tip”lerin; ancak “Güzel Bir Kız”da şaşırtıcı olan bu tipler üstünden kurulan sahnelerin de plastik olması. İzleyiciye “Ah yazık kıza, kaderi kötü yavrucağın, o hayvan annesi kandırmasaydı bütün bunları yapmazdı,” dedirtmek en basit ruh çözümüdür ne de olsa. İşin kötüsü yazarın baş karakterimizle sıcak bir ilişki kurmamızı, onu sevmemizi, anlamamızı beklediği de belli. Bu masalda, taraf tutmamızı ve Katya’nın büyük dramının parçası olmamızı istiyor. Katya bir zavallı; baba sevgisi görmemiş, annesi onu para kaynağı olması dışında önemsememekte, kardeşleri için bir fazlalık, doğuştan kaybetmiş. Güzelliği, aç erkekler dünyasında her daim başa bela. Bütün bu düşmüşlüğün içinde Bayhead Harbor’daki yaşam ve özellikle de Marcus Kidder’ın vaatleri, Katya’nın tek çıkışı. Yazar, bu tabloda taraf olmamızı istiyor istemesine de, karakterle ilişkimizi derinleştirme çabası da göstermiyor. Kısacası karakterlerin ve özellikle de Katya’nın kararlarında ve davranışlarında çoğuz zaman bir sebep-sonuç ilişkisi bulamıyoruz. Marcus Kidder başta olmak üzere, Roy Mraz’dan Engelhardt’lara kadar romanın diğer bütün karakterleri için bulduklarımız ise, çocukluğumuzda anne-babalarımızın zaten bulmamız için “oraya yerleştirdikleri” oyuncaklara benziyor.
Gelelim Marcus Kidder’a. Geçmişinde de benzer hikayelerin olduğunu anladığımız, çocuk kitapları yazarı (Lewis Caroll’a bir gönderme mi yoksa?) bu pedofil karakter, nedense Oates tarafından romantize edilmeye ve masalın kralı haline getirilmeye çalışılıyor. Kidder’ın ruhunun karanlığına doğru yürüyebildiğimiz bir-iki sahne, romanın gerilimi en yüksek noktaya taşıyabildiği sahneler. Neredeyse bir korku filmi karakterine dönüşmenin eşiğine geldiği bu sahnelerde, Katya’nın zihni de daha iyi sinyaller vermeye başlıyor açıkçası. Ancak bu sularda fazla yüzmemize izin vermiyor Oates; hemen sığ sulara alıyor biz okurlarını.
Peki, bütün bu klişeler dünyasında “Güzel Bir Kız”ı özel kılan ne? İşte orada usta edebiyatçının farkı devreye giriyor. Joyce Carol Oates, olağanüstü bir yazar. Bütün bu tanınmış dünyaların içinde bile, bir detayla, bir cümle kuruluşuyla, bir nesneyle, beklenmedik bir zihin sıçrayışıyla, bölümden bölüme geçerken bıraktığı bir merak unsuruyla, heyecanı diri tutmayı ve sayfa-çevirtmeyi başarıyor. Özellikle yazmak isteyenlere ders niteliğinde sahneler kuruyor. Sonuçta da, son satırına kadar ilgiyle okunan, arkadaşlarımıza rahatlıkla tavsiye edebileceğimiz bir kitap çıkıyor ortaya. Ama Joyce Carol Oates’in bütün edebiyatına baktığımızda, en güçlü halkalardan biriyle karşı karşıya değiliz.
Siren Yayınları’na teşekkür etmek gerekiyor. 2010 tarihli bir kitabı bize bu kadar hızlı ve iyi bir çeviriyle ulaştırdıkları için. (Bu arada kitabın orijinal adı “A Fair Maiden”.) Çeviriyi yapan Merve Sevtap Ilgın’ın biyografisi de kitabın içinde yer alsaydı daha iyi olurdu açıkçası.
“Güzel Bir Kız”, bu yazın en çok okunan kitaplarından olacak.
Seni ümitlendirmek isteyecekler ve sonra da arkandan gülecekler.
Çok etkileyici.Eminim ki öyle olacak ve bende dahil herkesin elinden düşmeyecek bu yaz Joyce Carol Oates'in 'Güzel Bir Kız' kitabi.
Şiir gibi anlatmışsınız kitabı ve şu an bende bu kitabı hemen alıp okuma isteği uyandı… Oysa elimde okunmayı bekleyen bir sürü kitap var ama yine de bu kitabı da en kısa zamanda edineceğim. Öneriniz için çok teşekkürler..
Salla zarları, bak bakalım n'olacak. Neden olmasın ki?