Wallander’in herhangi bir macerasını okumuş olanlar için bu yazının önemi
olmadığını bilerek başlıyorum yazmaya. Ne yazarsam yazayım, övsem de yersem de
umurunda olmayacaktır has Wallander okurlarının. Uzun zamandır beklenen ‘veda’
kitabı Huzursuz Adam çoktan başuçlarındaki yerini almıştır bile. Ama konuyu artık
altmışına gelmiş dedektifle sınırlı tutmamak lazım. Biliyorum ki bu kitapla
ilgili olarak çok daha geniş bir kitlenin, koşulsuz kabulü söz konusu; Henning
Mankell okurlarının.
Genel
bir tanımla ‘Nordic Noir’ olarak adlandırılan İskandinav polisiyesinin
tartışılmaz usta isimlerinden Mankell’in ülkemizde hatırı sayılır bir okur
kitlesi var. Sadece yazar kimliğiyle değil, bir aktivist olarak da tanınıyor.
Güvenilirliği eskiye dayanan, benim de Per Wahlöö ve Maj Sjöwall tarafından
ortaklaşa yazılan Martin Beck polisiyeleri ile tanıdığım İskandinav
polisiyesinin günümüzde sadece çoksatar listelerini değil, sinema ve televizyon
dünyasının dinamiklerini de belirleyen yapısını oluşturan isimlerden biri
Mankell. Üstelik önceki kuşaktan aldığı bayrağı öyle iyi taşıdı ve kendi
mesafesini öyle iyi koştu ki, Stieg Larsson gibi kendinden sonra gelen kuşakların
da işini kolaylaştırdı.
Mankell
hakkında söylenecek çok şey var ama sınırlı yerimizi usta dedektifi Wallander’e
ve onun veda kitabı olarak raflara çıkan Huzursuz Adam’a ayırmak gerekiyor. Elbette
polisiye okurlarının o çok kızacağı şeyi yapmadan; yani içerik ve özellikle
sürprizler hakkında “tat kaçıracak” ayrıntıları vermeden.
Aslında
Mankell, Kurt Wallander’le çok daha önce vedalaşmayı düşünüyordu. Serinin en
iyi kitaplarından olan Ayazdan Önce’de sahneyi usta detektifin kızı Linda’ya
teslim etmenin yollarını aramıştı. Kurt ile Linda’nın birlikte çalıştıkları
davanın etkileyici yanı, sadece bu yeni dönem çözümü değil, polisiyenin
dinamikleri içine yerleştirilmiş bir baba-kız hikayesiydi. İsveç’in tedirgin ve
kasvetli havasına, yeni dünya düzenin politik arızalarını da yerleştiren
Mankell, o zamandan beri Wallander’le nasıl vedalaşacağının hesabını
yapmaktaydı.
Böylesi
bir vedada, Mankell’in sıklıkla gündeme getirdiği Olof Palme adını es
geçmeyeceğini tahmin etmek zor değildi açıkçası. 28 Şubat 1986’da eşi ve oğlu
ile sinemadan evine dönerken, faili meçhul bir cinayete kurban giden sosyal
demokrat başkan Olof Palme ile Huzursuz
Adam’ın daha ilk sayfasında karşılaşmak bu nedenle şaşırtıcı olmasa gerek.
Linda’nın seriye dahil oluşundan bu yana, Wallander hikayelerinin ana aksını
oluşturduğunu bildiğimize göre, bu yöndeki ikinci beklentimizin de boşa çıkmadığını
eklemeliyiz. Emekli bir deniz subayının Stockholm yakınlarında bir ormanda
kayboluşunun, Wallander’in meselesi haline gelmesinin nedeni yine Linda. Çünkü
kaybolan kişi, kural tanımaz detektifin kızının kayınpederi. Zaten bu kaybolma,
tekinsiz coğrafyada izini kaybettirme, yok oluşla birlikte geçmişten gelen bazı
dosyaların açılmasına neden olma izleği Mankell’in hem sevdiği, hem de sıklıkla
kullandığı izleklerden. Ayazdan Önce’de de, bütün hikayenin Linda’nın en yakın
arkadaşının kaybolmasıyla başladığını unutmamak gerekiyor.
Huzursuz
Adam’ın önceki maceralardan önemli farkı, İsveç’in bugünüyle sorunlarını her
fırsatta dile getiren, karamsar kahraman Wallander’in artık yaşlılıkla
yüzleşiyor olması. Hatta Mankell, bu konuda bir adım öteye giderek uzun zamandır
sağlığını ihmal eden detektifini hafızasıyla baş etmek zorunda bırakıyor ve bir
karakter üstünden seri romanlar yazan bütün yazarların ortak sorunuyla, yani
karakterin yaşlanmasıyla başa çıkmanın üstesinden geliyor. Romanın en güçlü
sahnelerini de Wallander’in bu durumla hesaplaşmak, yüzleşmek ve başa çıkmak
zorunda olduğu sahneler oluşturuyor. Üstelik çözmeye çalıştığı mesele, Soğuk
Savaş yıllarına ve Gizli Servis’e kadar uzanıyor.
Açıkçası
Henning Mankell kitaplarında kimi zaman anlatımı yüzeysel, olay çözümlerini
aceleci, bağlantıları zorlama bulmuşumdur. Ama bu, Türkçeye çevrilen bütün
kitaplarını okumama engel olmamıştır. Bunun en önemli nedenleri, yazarın güncel
politikayı ve İsveç’in bugününü göz ardı etmemesi, atmosfer yaratmadaki
başarısı ve özellikle de çerçevesini benzersiz bir şekilde çizdiği Kurt
Wallander karakterine gösterdiği özendir. Bütün bunların Huzursuz Adam’da bir
adım daha ileri gittiğini söylemeliyim. Bir yandan kahramanımızla
vedalaşacağımız bilmek, bir yandan kapalı kapılar ardında yürütülen
politikaların içinde kaybolmak, bir yandan da yakın dönem dünya politikasını
başka bir çerçeveden okumak fırsatı veren roman, özelikle ortalarından itibaren
baş döndürücü bir hızla ilerliyor.
Wallander
serisinden bir kitap okumamış ya da kitaplardan yola çıkarak yapılmış
televizyon dizilerini izlememiş olanlar şimdilik geç kalmış olduklarına
yansınlar. Eminim onlar da Mankell ve Wallander severler ailesine bir yerden
katılacaklardır. Takipçileri ise Huzursuz Adam’ı büyük bir iştahla okuyacaklar.
Hatta belki de son Kurt Wallander macerasını çantalarına koyup Türkiye’nin
çeşitli yerlerindeki Olof Palme adı verilmiş parklardan, anıtlardan, caddelerden
birine doğru yola çıkmışlardır bile.