1974 Bremen doğumlu yazar, ortaokulun ardından yardımcı hemşirelik eğitimi almış. Kendi deyişiyle ‘yardımcılık sendromuna’ şifa bulduktan sonra Aaro Yayınevi’nin grafik ve yazar danışmanlığı bölümlerinde çalışmaya başlamış. 2000 yılında aynı yayınevinden bir vampir romanı olan “Hirudo – Karanlık Miras” adlı ilk kitabı çıkmış. Daha sonra da serinin ikinci kitabı olan “Hirudo – Karanlığın Kanı” yayınlanmış. Schröder, vampir romanları furyasında kalıcı olabilmiş isimlerden değil. Ancak Almanya’dan gelen bir ses olarak ilgi çekici.
Yazmanın iyileştirici bir etkisi olduğu fikrinde. Yazarın neden toplum önüne çıktığı sorusuna iki farklı bakış açısıyla yanıt veriyor. İlk yanıt biraz karamsarca: “Kitabın ne insanlığın varlığının devamına katkısı vardır, ne de insancıl bir fayda bulunur doğasında. Bir kitap, film ya da tiyatro eseri oyalayıcıdır; bizi hayatımızdan ve böylece ölümlülüğümüzden uzaklaştırır. Oyalayıcı yaratanlardan olmak tuhaf…” Aynı soruya bir de barışçıl bakışla yanıt veriyor: “Kitap yazmak ve okumak zevk verir. Yazılı kelimeler imgeler ve rüyalar armağan ederken düşünmeye teşvik ederler. Birilerinin sözcüklerime yanıt vermesi ve iç dünyamda pay sahibi olması hoşuma gidiyor. Görüyorsunuz ya, az biraz da teşhircidir yazar kişi…”
Tanja Schröder’in metni Gizem Alav’ın Almanca aslından yaptığı çeviriyle geliyor.
Bak bugün ne oldu…
Idaho’nun ortasında arkaik ıssızlık. Bayan Brix, Jesse’in onu götürdüğü ormanın ortasındaki küçük meydanlıkta keşfettiği şeyi gördü ve kelimenin tam anlamıyla şoke oldu. Jesse’in ona göstermek istediği şey, nehrin üçüncü kolunun gelişigüzel böldüğü, aslına bakılırsa henüz gerçek bir orman bile olmamış, küçük ormanın içindeydi.
Gerçek bir orman değil, ama ağaç evler yapmak, yer altı sığınakları kazmak ve çalılıkların arasında saklambaç oynamak için yeterli.
Bugün, büyümüş ve çocukluğunun çoğunu unutmuşken, bu küçük orman ona korkutucu geliyordu. Eskiden toprağın altındaki oyuklarda sürünür ve öteki çocuklarla ‘Japonlar ve Naziler’ oyununu oynardı. O zamanlar daha örümceklerden, böceklerden ve kötü adamlardan korkuları yoktu. Bugün tehlike, karanlığın bastırmasının ardından ağaçların ve ev köşelerinin arkasında pusu kurmuş bekliyordu.
Jesse’in yoldan aşağı nasıl da tasasızca koştuğunu gördüğünde bu kayba ve aldırışsız masumiyetin yokluğuna iç çekti. Çocuğun ateş kırmızısı yün başlığı soğuk kış gününün gri loşluğunda bir sinyal gibi parlıyordu.
Böyle bir günün ardından aslında artık sadece Jesse’in baştan aşağı kirlenmiş pantalonunu yeniden tertemiz ve mis kokulu hale getirmenin zorluğunu düşünebiliyor olmasına iç çekti. Neredeyse kendine gülecekti. Böylesi düşünceler; yok, yapma Helen, sen bir kadınsın ya.
Kendini bir labirentin içinde hapsolmuş hissedinceye kadar peşinden götürmeye devam etti onu Jesse. Ola ki Jesse ortalıktan kaybolmaya karar verse çaresi yok kaybolurdu, çünkü beyaz evler çoktandır koyu dal karmaşası arasından pırıldamıyorlardı. Belki orman zannettiğinden çok daha büyük ve karanlıktı. Belki de derinliklerine doğru yürüdükçe sıklaşan ve karanlıklaşan büyülü bir ormandı bu. İlk on dakikanın ardından bir macera fikrine kapılırsın, yirmi dakika sonra evler görünmez olur ve yarım saat geçtiğinde kabuklu, yosun kayganlığında ağaç gövdelerinden bitiveren kollar ve eller ve parmaklar bir daha bırakmazlar insanı.
Durmuşlardı, Jesse’in montundan çekiştirdiğini hissetti. Ürküp bir adım geriledi. Kök pençelerini kendisine doğru uzatmış bir ağaç değil – sadece Jesse.
Önlerindeki ağaçların küçük, yuvarlakça bir meydanlığa açıldığı bir noktaya doğru işaret ediyordu.
Neyi kastettiğini ilk anda görmedi, ama küçük beyaz parmağının nereyi gösterdiğini keşfettiğinde karşılaştığı şoke edici manzara midesinin altını üstüne getirdi.
Birisi meydanın ortasına bilek kalınlığında iki daldan oluşan bir buçuk metrelik bir haç dikmişti ve üzerine yenecek hali üç hafta önce geçmiş tavşan kızartmasına benzeyen bir şey sabitlemişti.
Tavşan değil de daha büyük bir şey. Yaklaştı. Yanmaktan simsiyah olmuş hayvanın büyük paslı bir çiviyle taze oduna çakılmış boynunda kömürleşmiş bir deri tasma takılıydı. Zamanında kırmızı renkte olduğu hala belli; ucunda da rüzgarla sallanan ve alazlanmış kürke takılan, rüzgarla serbest kalan ve yine takılan bir metal kapsül.
Bu küçük masum ormancığın içinde Hazreti İsa gibi birbirine tutturulmuş iki dalda çarmıha gerilmiş asılı duran ve altında bunu yapanın bir de kamp ateşi yaktığı çürümüş ve yanmış kadavranın üzerinde yavaşça gözlerini gezdirdi. Bu pis koku. Oğlunun gözleri önünde kusmamak için çabucak bir elini yüzüne götürdü.
Zavallı şey. Ağzı sonuna kadar açılmış, kulakları kömürleşmiş iki kürk tutamına dönüşmüş, gözlerini çoktan kaybetmiş, dişlerinin ve çenesinin etrafındaki et yanıp yok olmuş, gagalanmış, çürümüş. Etsiz kaburgaların altında karından paslı gelin teli gibi sarkan iç organlar ve aşağıda yanmaktan simsiyah patiler – özenle birbirinin üzerine konmuş ve burada da kürkün, sinirlerin ve kemiklerin üstünden çakılmış fazlaca kalın bir çivi. Allah aşkına, kim yapmış olabilirdi bunu? Kim bu hayvanı kandırmış, yakalamış, çarmıha germiş, altında ateş yakmış ve alevler yükselip yakıcı, sıcak lastik kokan dumanlar çıkaran kürkü delerken etrafında dans etmiş olabilirdi?
Çığlık atarak çarmıhı yıktı ve soğuktan uyuşmuş parmaklarıyla hayvanın boynuyla arka ayaklarına çakılı çivileri yerlerinden söktü. Jesse’in ağladığını duyuyordu. Yaptığı Jesse’i o kadar korkutuyor muydu? Yoksa harap ettiği onun eseri olabilir miydi? İnanmalı mıydı buna? Sormalı mıydı ona? Bunu gerçekten bilmek mi istiyordu?
Nasıl bir zamandı bu içine büyüdüğü ve oğlunu büyüttüğü? Ne günler bunlar, her sabah şehrin üzerine güneş doğarken başlayan… Köpek günleri, gerçek köpek günleri!
* Köpek Günleri: Almanca’da “Hundstage” İngilizce’de “Dog Days” olarak geçen, 24 Temmuz ve 23 Ağustos arası etkisini sürdüren çok sıcak yaz günleri için kullanılan genel kavram. Türkçe’de sözlük karşılığı “eyyamı bahur“. Eski Mısır’da Sirius (Büyük Köpek) Takımyıldızı’nın etkisi altında olduğu görülen dönem, adını buradan almış. Halk arasında sıcak köpek günlerinin soğuk kış günlerinin habercisi olduğuna inanılır.