Onlar hep “Batı Ekspresi”ne binmek isteyecekler

Yıl 2018. Bükreş’teki Parlamento Sarayı’nı geziyoruz. Guinnes Rekorlar Kitabı’na göre dünyanın en pahalı, en ağır sivil yönetim binası. Sanırım büyüklükte de dünya üçüncüsü. Ama asıl hikayesi bu rekorlar değil. 1989’daki devrime kadar ülkenin başında kalan diktatör Çavuşesku’nun siyasi gücünü göstermek, ihtişam zevkini tatmin etmek, liderlik kültünü ölümsüz kılmak için yaptırdığı bina, aslında hiç tamamlanamamış. Bizi gezdiren rehberin söylediğine göre, hala girilemeyen koridorları, keşfedilmeyen labirentleri, açılamayan odalar var. Diktatör, sekiz kilometrelik bir alanın üstüne bu sarayı yaptırabilmek için çevredeki yüzlerce binayı yıktırmış.

Kırk yaşlarında bir hanımefendi rehberimiz. Gayet akıcı bir Türkçesi var. En az kocası Nikolay kadar kötülükleriyle anılan Elena Çavuşesku’nun dinlenme odalarından birine girdiğimizde, gözü eflatun perdelere takılıyor. Bakışlarından bulutlar geçtiğini görünce ne olduğunu soruyorum. “Bu saray yapılırken bizler anaokulu ve ilkokul öğrencileriydik,” diye giriyor söze. “Ülkedeki bütün çocuklara birer ipekböceği verdiler. Bunları yetiştireceksiniz, kozasını örene kadar bakacaksınız ve hepiniz okula birer ipekböceği kozası getireceksiniz, dediler. Böceği koza yapmadan ölene ceza vereceklerdi. Bu perdelerde o kozaların ipekleri de var. Sırf “o kadın” kendisine daha görkemli bir hikaye yazsın diye., binlerce çocuk ‘ya böceğim ölürse’ korkusu çekti aylarca.”

İpek perdelere ve kadının nemlenen gözlerine bakıyorum. Bir ülkenin bitmeyen çilesi.

O çile, Çavuşeskuların idamından sonra da bitmiyor. İşsizlik, açlık, siyasi dalgalanma, halen sürmekte olan bir göç dalgası başlatıyor. 1990 yılında 23,21 milyon olan ülke nüfusu, 2024 yılında 19 milyon kişiye düşüyor.

Uluslararası Göç Örgütü (IOM), yurtdışında çalışan Romen sayısını yaklaşık 2 milyon olarak belirtmekte; bu da yetişkin nüfusun yaklaşık %10’una karşılık geliyor. 1990’lı yıllarda başlayan dış göçün başlangıçtaki hedef ülkeleri Yugoslavya ve Polonya gibi Doğu Avrupa ülkeleriyken, günümüzde Almanya, İtalya, İspanya gibi Batı Avrupa ülkeleri daha çok tercih ediliyor.

Batı Ekspresi’ne tek yönlü bilet alıyor halk. Sadece gidiş.

Kısa Ankara gezisinde çocukluk arkadaşım Ünsal Coşar’ın davetiyle gittiğim Tatbikat Sahnesi’nde Matéi Visniec’in yazdığı “Batı Ekspresi” oyununu izlerken bunları düşünüyorum. Oyunu bir başka eski arkadaşım olan Elvin Beşikçioğlu yönetmiş. Çeviri, müzik, dekor, ışık, koreografi ve kostüm çok iyi.

Hepsi çok iyi ama oyunun büyük alkışı, 90 dakika boyunca sahnede bütün coğrafyanın hüznünü, neşesini, alaycılığını, dramını, doğumunu, ölümünü aktaran altı oyuncuya gitsin: Adem Aydil, Derin Beşikçioğlu, Fatih Sönmez, Selin Tekman, Selin Zafertepe ve Ünsal Coşar. Hepsi çok iyi. (Ünsal için ayrı bir parantez açmak isterim ama arkadaşını övmüş demesinler diye susuyorum)

Oyunun epizodik yapısı içindeki üslup geçişleri, ensemble dengesi ve groteske yaklaşan noktalardaki özen konusunda çok şey söylenebilir. Bu konuları tiyatro eleştirmenlerine bırakayım. Ben ilgilendiren bölüm geçişlerindeki o delimsirek hareketlilik, danslar, kostüm değiştirmeler, bitmeyen bir yolculuğun parçası olma hali oldu daha çok. Bu reji çözümünü çok beğendim. Ve her değişimde farklı bir oyuncunun beden dinamiğini izlemeye özen gösterdim. “Geçiş kargaşası” bitip de çöküp kaldıklarında yüzlerine baktım. Yüzlerindeki umut-umutsuzluk, neşe-hüzün, acı-sevinç, kahkaha-gözyaşı ikiliklerine.

Bükreş’te bize Çavuşesku’nun sarayını gezdiren o hanımefendinin yüzünü gördüm her seferinde. Bir coğrafyanın hüznü, gözyaşları.

Onlar hep “Batı Ekspresi”ne binmek isteyecekler. Biletin tek yönlü olduğunu bile bile. “Dönmek” mümkün bilmeden?

Leave a comment