B
BAKIŞLAR: Herkes bakardı ona. Kısa boyu bakışların yere çevrilmesine neden olurdu. Kıskanç bir kocadan yediği yumrukla yere düşünce sokaktan geçenler bakardı. Sınıfın ortasında dalgasını geçen öğretmen bakardı. İşyerinde tuzlu kahve içirerek alaya alındığında mutemet bakardı gözlüğünün üstünden. Yarım kilo sucuğa beş lira alan kazıkçı bakkal bakardı. Bir de Ali bakmıştı; diğerlerinden farklı gözlerle… Düştüğünde onu yerden kaldırmış, üstünü başını temizlemişti. Demek ki o da farklıydı kendisi gibi, pisliğin içinde işi yoktu… Aylak Adam’ın ve Zebercet’in öyküdeki kardeşini sunar bize bu satırlarda Yusuf Atılgan… Ölmeden önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞANMAZ yazmak isteyen çağımızın öcüsünü…
Meraklısı için not: Öykü Sözlüğü etiketindeki diğer maddeler ve yorumlarla farklı bir sözlüğe ilerliyoruz. Dileyen yorumlara kendi öykü maddelerini yazabilir. Okuduğunuz, sizi etkileyen bir öyküden bir karakter, bir nesne, bir sahne, bir isim, bir replik bu sözlüğün maddesi olabilir…
İ
İLGİ: Başını sola çevirseydi onu görecekti; B.'nin yüzü ondan yanaydı. Ama onu aklı fikri önündeki adamın kulağının ardındaki kirdeydi. Bu kirin biçimi onu müthiş ilgilendiriyordu. Sonunda Matisse'in bir desenine benzetti. İçi rahatladı.
(Yusuf Atılgan, Aylak Adam)
H.
HÜZÜN:"Hüzün tatlı ve dost bir duygudur;ama tren bırakmaz ki… Şu her akşam bu saatte gelen ve bir dakika durduktan sonra; deli gibi sevilen, fakat sevmeyen bir erkek gibi; vahşi, kaba ve kayıtsız; lakin vahşeti, kabalığı ve kayıtsızlığı arttıkça daha çok sevilen, bırakıp gittikçe daha çok bağlayan bir erkek gibi çekip giden tren… Bu tatlı ve dost duyguyu bırakmaz ki…"
(Tarık Buğra, Hayat Böyledir İşte)
T
TEST
"Herkes bir şeyler saklar" dedi. Bu herkesin hep bir şeyler beklemesi kadar anlamsızdır oysa. Ne beklentiler ne gizler biter. O yüzden anlamsızdır bu tür cümleler kurmak. Onunla bu tarz tartışmalara girmekten nefret ettiğim halde yeni bir tartışmanın içinde bulmuştum kendimi. İnsanın kaçtığı şeylerin tuzağına düşmesi hiç normal değil. Kaçarken gizlice yakalanmak istiyor sanki. Zayıf noktalarını daha görünür kılıyor ki kaçtığı şey vakit kaybetmeden yakalasın. Doğada da vardır ya hani, av avcıya kaçarken iz bırakır. Sanki avı hayatta tutan yakalanma korkusudur. İşte bu dostum da beni hep böyle yakalar. Döndüm dostuma "Neyi sakladığımı merak ediyor musun?" diye sordum. Her zamanki umursamaz tavrıyla "Hayır, ama sen benim ne sakladığımı merak ediyorsun" dedi. Haklıydı. Ona bu soruyu sorarken bir gizim olmadığını ama onun bir sürü gizi olduğunu biliyordum. Gizlerini anlatmak istiyordu. Tek görmek istediğiyse benim buna hazır olup olmadığımdı.
T
TİLKİ: Tilkinin biri, gün doğarken gölgesine baktı: "Öğlene kadar bir deve yiyeceğim bugün," dedi. Ve bütün sabah deve arayarak dolaştı durdu. Öğle vakti gölgesini bir kez daha görünce, dedi ki "Fare de olsa yeter bana."
Halil Cibran, Tilki
K.
KEHRİBAR:Bugün bir kolye daha aldım Sirkeci’den. Bununla on üç oldu. Uğursuz sayı. Keşke bir tane daha alsaydım. Adı Marko imiş, babası seslenirken duydum. Kocaman kara gözleri var. Bana pek bakmıyor sanki. Anlamış mıdır acaba? Bir insan neden durmadan kehribar kolye alır ki? Dokundu mu parmağıma paketi verirken, bana mı öyle geldi yoksa?
(Yalçın Tosun,Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler)
M
MARTI: Martıların yolladı ilk önce. Şu açıklarında kaybolan kıyılarında ekmek arayanlarından. Sonra dalgaları kayalarımı dövdü. Yosun tuttum ister istemez ve havaya yayıldı yosun kokusu. Maviydi ama yeşili severdi. Gözleri kadar karanlık olamadı hiç veya üzerine ağlayan bulutlar kadar. Ne de beyaz olabildi kandırıkçı martıları gibi. Hiç anlatamadı bana olan biteni ve ben her şeyi yanlış anladım, nasıl olduğunu anlamasam da.. Önce martıları geldi kapıma, çığlık çığlığa aşık oldum. Köşe bucak kaçmaktan yoruldum gözlerinden, hep böyle çocuk gibi mi bakacaklar yada ne yapacağını bilemez gibi mi? Hep böyle mahçup mahçup mu gülecek yüzün? Önce martıların geldi kapıma. Hani şu bembeyaz, hüzünlü ve güzel, beni kadırdığın ama günahsız olanlarından.
(Mustafa Kara, Kaptanın Aşkı)
T
TUZAK
O tehlikeli yanılsama- nasıl demeli?- aşılmaz olmanın, dış dünyanın hiçbir etkisine maruz kalmamanın, önüne bakan açık gözlerle, her şeyi, en ufak ayrıntıları algılayan, ama hiçbir şeyi belleğinde tutmayan gözlerle, dokunulmaz olarak kayıp gitmenin o tehlikeli yanulsaması. Uyanık uyurgezer, gören kör. Belleksiz, korkusuz olmak.
(Georges Perec, Uyuyan Adam)
K
KISIRDÖNGÜ
Pencereyi açtım. Rüzgâr odanın dağınıklığının sebebi olmak ister gibi aceleyle içeri girdi. Bense bu dünyanın havasını ilk kez soluyan yeni doğmuş bebek gibi ciğerlerime dolan havayı artırmak için ağlıyordum. Sanki her hıçkırıkta boğuluyor, her derin haykırışta yeniden hayata dönüyordum. Sen gideli birkaç saat oldu ya da birkaç gün, belki de birkaç yıl… Zamanı sen duyumsarsın demiştin. Sen karar verirsin hızlı mı yoksa yavaş mı akacak diye. Sensizlikte karar veremiyorum. Hızlı aksa gidişinin üstünden yıllar geçecek, alışacağım sensizliğe. Anılarım da belleğimden aynı hızla silincekler. Yavaş aksa her bir anı kazınacak beynimin her bir yanına, istesem de silinmeyecekler, dönmezsen onların açtığı kapanmaz yaralar beni öldürecek. Hangisi daha az acı verirse onu seçmeli insan biliyorum. Sen olsan zaman hızlı aksın derdin. Hızla akıp geçsin üstünden. Aynı deli akan bir nehrin yatağını aşındırıp düzleştirmesi gibi zaman da beyninde pürüzlü neresi varsa alıp götürsün isterdin. Sahi ondan mı şalını bırakıp aceleyle çekip gittin? Düzeltmiyorum odayı, rüzgârı suçlayıp köşedeki sallanan sandalyeme geçtim. Evet senin o çok sevdiğin vişne çürüğü renkli, üstünde sallanırken uçuyorum dediğin sandalyeme oturup hemen yanı başındaki kütüphanemdeki kitapları yeniden sırayla okumaya başladım. Senin yaptığın gibi kafama esenden başlamadım. En sevdiğin şairin kitabını açıp en sevdiğin şiiri okumadım. Bütün kitapları okumamış olsan da hepsine dokundu ellerin. O izleri silmek için hepsini, onlara zarar vereceğini bile bile kapaklarına parmak uçlarının kokusu sinmiştir diye ıslak bezle sildim. Üstelik bana bunu yaptırdın diye senden daha çok nefret ettim, “iyiki gitti” dedim. Sonra kendime senin öldürseler içemem dediğin, sade acı bir kahve yapıp sevmediğin kırık kulplu fincanıma koydum. Kütüphanemde en sevdiğim, görmeyesin diye kuytu bir yere sakladığım kitabımı elime aldım. Nihayet sensiz bir anı yaşayacak olmanın heyecanıyla kitabımı açtım. Gözlerime inanamadım. Kitabın arasında bir tel saçın vardı. Yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
S
SAKLAMBAÇ
”Çocukluğumuzdaki gibi gene oyun oynayalım” dedi. “Ben mi ebe olacağım?” diye sordum. Yanağındaki gamzeyi ortaya çıkaran o büyüleyici gülümseyişiyle “Tabi. Ama bu sefer ona kadar say.” dedi. Apartmanın duvarına ellerimi dayayıp gözlerimi yumup ona kadar saymaya başladım. Her sayıdan sonra bir meyve ismi söylemeyi çocukken kural getirmiştik. İlk söylenen meyve hangi harfle biterse bir sonraki o harfle başlardı. “Bir- elma, iki-armut, üç- turunç, dört-çilek…on-ayva. Önüm, arkam, sağım, solum ebe sobe”. Aramaya, eskiden arkasına saklandığı elma ağacından başladım. Yoktu. Çocukken çitlerin dışına çıkmamız yasaktı o ise hep dışarı çıkmak isterdi. Döndüm çitlerin arkasına baktım. Orada da yoktu. Biz küçükken bebeklerini kuyunun kovasına koyar aşağıya sarkıtırdı. Oraya saklanmıştır diye kuyunun arkasına baktım. Yoktu. Saklanmış olabileceği başka bir yer de ağaç evdi. Aslında ebeye çok zorluk olmasın diye baştan orası yok demiştik. Hiçbir zaman kurallara uymadığını bildiğimden sobelenme riskini göze alıp ağaç eve çıktım. İçeri baktım yoktu. Üstelik bundan faydalanıp saklandığı yerden de çıkıp sobelemedi. İşte bu garipti çünkü hatayı hiç affetmezdi. Beni uğraştırmak istiyor diye düşündüm. “Hadi gene ebe ben olurum neredeysen çık” diye bağırdım. Ses çıkarmadı. “Bak söz ebe olmayacaksın, yerini görmemek için yumuyorum gözlerimi çık artık” dedim. Çıkmadı. Akşam karanlığı çökene kadar bekledim. Güneş batıp, kuşların cıvıltısı kesilince, gizlendiği yerden hiç çıkmayacağını anladım.
S
SAKLI LEZZETLER
ÖNSÖZ: “…Bizzat yaşama, yaşama taşınana hayat deneyimine ´öbür ses`adını veriyorum. Anlatı ve kişiler somut yaşamda ete kemiğe bürünürse derin bir anlam kazanır. Örneğin bir şiir, Pazar tezgahındaki meyvelerin renkleriyle donanırsa ya da bir roman, bir banka veznedarının kimi zaman ürkek yüzünü ya da tutku dolu bir hazla pişirilmiş bir yemeğin lezzetini yansıtırsa.
…Yaşamak yazmakla çelişiyormuş gibi gözüküyorsa üstesinden nasıl gelinir? Bunu çok düşündüm. Gerçekte hiçbir çelişki olmadığının farkına varıncaya kadar düşündüm. Yaşamın yerini yazın alamaz, yazının yerini de yaşam. Bu çelişkiye ancak biri diğeri uğruna reddedilirse düşülebilir. Hayatı seven, yazını küçümseyemez, yazını seven de hayatı. Okumak aynı zamanda yaşamaktır; okuyarak yaşamak ve yaşamı okumak. Kendini okumayla sınırlamak sanatın yaşamsal gücünü, yani yaşantıyı reddetmektir. Çünkü yapıtın hem beslediği kaynak hem de hedefi olan yaşam, yapıta kadar süren, yapıttan sonra da devam eden ´öbür ses`tir. Kişisel tarihimizin bazı anlarında bu iki yönden birini ihmal etmişizdir. Ya yazına odaklanarak yaşamı ihmal etmişizdir ya da yaşama kapılarak deneyimimizi yazında ifade etmeyi.
…Yeni insan, geçmişini, geçmişin deneyimlerini, yitirilmiş tatları, unutulmuş müziği, büyükbabalarının ve büyükannelerinin yüzünü, ölülerin mizacını yaşamına katabilen insandır. Üretimden çok, üreten insanın önemli olduğunu, insan gelişiminin temel amacının insanın, bütün insanların refahı olduğunu unutmayan insandır. Yeni insan bütün insandır. Bizi bölen, hep bir tarafımızı eksik, kötürüm bırakan ve bizi mutsuz kılan önyargılardan arınmayı başarmış olandır. Yeni insan okuyarak yaşayan ve yaşamı okuyan, yazını okuyan ve yazının kaynağı yaşam olduğundan yaşamı yazında yeniden bulan insandır.”
(Saklı Lezzetler, Laura Esquivel)
Çağımızın "öcüsü" mü, "öncüsü" mü?
Hayır, "hata buldum, yüzüne vurayım" diyerek sormuyorum; gerçekten, Atılgan hangisini kullanmış? Belki de elimdeki kitapta bir yazım hatası var.
Birileri aydınlatacak olursa sevinirim.