Bu romanında Stalin dönemine çeviriyor bakışlarını Platonov. Propagandalarla gerçekleri, idealize edilenle yaşananı karşılaştırırken didaktik olma tehlikesine düşmüyor. Çünkü kaleminin ucunda birey var; toplumsal olana ulaşma yolunda bireyin sahiciliğinden faydalanıyor. Bunu yaparen çok net bir şekilde altıını çizmek istediği konularda yazarın devreye girmesinden çekinmiyor ama bunu parmak sallayan bir ifadeyle yapmıyor. Platonov’u dönemini ötesinde bir yazar yapan da bu zaten.
Bir paragraf aktaracağım, Platonov’un sahne kurmadaki başarısına işaret edebilmek için:
“Günlerden bir gün Askerlik Şubesi’nin koridorunda zayıf, solgun bir yedek er elinde askerlik durum defteriyle dikiliyordu. Bölge Askerlik Şubesi, uzun süreli mahkûmiyet yerleri gibi kokuyordu burnuna: uzağındaki yaşama az da olsa meyledip de eli koynunda kalmanın, çaresizliğin buhranından kahrolmamak için bilinçli bir şekilde mütevazı ve tasarruflu davranan çilekeş insan bedeninin ölgünlüğünün kokusu. Ucuz devlet bütçesine göre üretilmiş eşyaların lakayt ideolojikliği ve memurların silik yüzleri, bu şahsa yoksul ya da acımasız bir yürekten gelen soğuk bir muamele vadediyordu.”
Sahne çok şey anlatıyor. Bütün o büyük resmin içinde bireyin üstüne ışık düşürebiliyor yazar. Bir serginin uzak duvarında izlediğimiz yağlıboya tablonun küf kokusunu almamızı sağlayabildiği gibi.
Andrey Platonov: Yeniden Rus Edebiyatı diyenlere…
Kitaptan bir paragraf da benden;
'Anasız babasız kızın gelecek yaşamıyla ilgili öyküsü:Şimdi bize akıl veriyorlar,akıl ise kafadadır,dışında bir şey yoktur.İnsan doğru ve çalışkan olmalı,ben gelecek yaşamı yaşamak istiyorum,bisküvi olsun,reçel,şeker olsun ve her zaman kırlarda,agacların arasında gezilebilsin..Yoksa ben yaşamam,oyle olmazsa canım çekmez.Canım basbayağı mutlu yaşamak istiyor.Eklenecek bir şey yok.'