Her günü doya doya yaşıyorum. Aceleci davranıp gelecek günlere önceden bakmaya çalışmıyorum. Her sabah okula gitmeden, bir gün öncesinin yaprağını büyük bir özenle koparıp, yeni güne merhaba diyorum. Kahvaltıdan nefret etsem de annemin zoruyla bir şeyler atıştırırken, sindire sindire okuyorum saatli maarif takviminin o günkü marifetlerini. Böylece her günü doya doya yaşıyorum.
En çok “güzel sözler” ve “tarihte bugün” köşeleri ilgimi çekiyor. Doğal olaylar kafamda karşılığını bulamadığı için şaşırıyorum. Kırlangıç fırtınası yazdığı gün, fırtına filan kopmuyor. O yüzden işin o kısmını pek anlamıyorum. Doğacak çocuğa konulacak isimler komik bir şekilde aklıma aynı konuşmayı getiriyor: Ne gün doğdunuz, şu gün, aaa ne tesadüf ben de o gün doğmuşum, o zaman sizin de adınız Hatice… Kimsenin çocuğuna takvimden isim koyduğuna inanmıyorum. Komik. Bir de bugün ne yiyelim ve günün yemeği var. Onları okumaya bayılıyorum. Ama annem asla takvimin önerileri doğrultusunda yemek yapmıyor. Sabah okurken “Aaa bak ne güzel, uzun zamandır da yapmamıştım, dur bu akşam şöööle güzel bi …” diyor ama akşam yemeğinde yine uzun zamandır yaptığı bir şeyi tercih etmiş oluyor.
Fıkraları hızlı hızlı okuyorum ve gülmüyorum. Ben fıkralara gülemem.
Güzel sözler hep güzel oluyor. Her seferinde onları defterime not alıp, kompozisyon sınavlarında bir yerlere sokuşturmayı düşünüyorum. Notlar alıyorum ama hiç kullanmıyorum. Şimdi o notlara bakıyorum da en çok Voltaire konuşmuş galiba. La Rochefoucould, Carnegie, Logau gibi bir daha adlarını hiç duymadığım insanların bu sözleri sadece takvim için söylediklerini sonra da dünyadan göçüp gittiklerini düşünüyorum ister istemez. Bir de birçok kişinin, birçok yerde, birçok kere söylediği “Ben mesut olduktan sonra parayı ve malı ne yapayım?” sözünün nasıl olup da J.M.Miller diye bir adamın ‘güzel sözü’ olduğunu hala anlamıyorum. Yoksa takvim arada bir bizi kandırıyor mu?
Çocukluğumdaki bu ‘saatli maarif takvimi okuma notları’nın bir çoğu kayıp bugün. Kaybolan diğer şeyler gibi…
Ama en çok tarihte bugün ilgimi çekiyor. Leibnitz’in doğumu, Louis Bleriot’nun uçakla Manş denizini aşması, Panama kanalının açılışı, İstanbul’daki elim 1642 zelzelesi, Köprülü Fazıl Mustafa Paşa’nın Salankamin meydan muharebesinde şehit oluşu, Şark demiryollarının Türk idaresine geçişi… Bu bilgilerin birçoğu tarih ya da edebiyat kitaplarımızda karşımıza çıkmıyor. Baudelaire, Rimbaud, Schopenhauer, Camus, Poe, Marx ve daha birçok isimle ilk kez takvim aracılığıyla tanışıyorum. Tek satırlık bilgilerin takipçisi olmak istiyorum ama rotamı belirleyecek bir pusula vermiyorlar okulda. Hep başımı kaldırıp kutup yıldızı aramak zorundayım. Ben hala kutup yıldızının hangisi olduğunu bilmem.
Okul dönüşü oturup Uzay 1999 isimli diziyi seyrediyorum ahşap mobilyalı siyah-beyaz televizyonumuzda. Yıllar sonra Ed Wood’da muhteşem bir Bela Lugosi tiplemesiyle karşıma çıkacak olan Martin Landau komutanlığında bir grup insan Ay üssü Alfa’da maceradan maceraya koşuyor. Göktaşları, uzaylılar, farklı organizmalar, aşklar, ihanetler… Hepsi de masal kahramanı uydumuzun yüzeyindeki bir üste geçiyor. 1999 o kadar uzak ki. Olabilir bunlar, diyorum, olabilir… Belki de 2118’in saatli maarif takviminde Ay yüzeyinde ilk üssün kuruluşunu yazacaktır tarihte bugün köşesi. O zamanlar her şeyin olabileceğine, hepimizi güzel günlerin beklediğine inanıyorum. Sabah olmasını büyük bir heyecanla bekliyorum. Her sabah, takvimden yeni bir yaprağın koparılışı demek çünkü. Sabırsızlık yapıp bir gün sonrayı, bir gün önceden okumuyorum. Her günü doya doya yaşamaya çalışıyorum.
Yıllardır evime saatli maarif takvimi girmedi. Artık o meraklı çocuk değilim galiba. Artık çocuk değilim diyemeyeceğim kadar korumak istediğim çocukluğum, belleğini yitirdi ne yazık ki…
Dünün o tarih meraklısı çocuğu, bugün nasıl böylesine bellek yitimine uğramış bir toplumun bireyi olmayı kabullenebiliyor? Tutuklu olarak yargılanmak kaydıyla serbest bırakılanlar, delil yetersizliğinden beraat edenler, bir türlü bulunamayan gazeteci katilleri, bir gün içinde sanki arzın merkezine seyahate çıkmışçasına ortadan kaybolanlar, birbirlerine hakaret ederken bir yandan da öpüşmeyi başarabilen cambazlar, iki gün önce eleştirdiklerinden iki gün sonra el ayak öperek ödül alanlar…
Belki de yıllar sonra bir başka çocuk, takvimin yapraklarında yolculuğa çıktığında Ayasofya Kilisesi yangını yerine, uyuşturucu tüccarlarının düğünüyle karşılaşacak. Belki de toplumun böylesine büyük bir hızla kaybettiği belleği yerine getirme işlevini yine saatli maarif takvimi üstlenecek.
Yılın en uzun gecesi yavaşça ruhuma dolmaya başladığında, bir an önce sabah olsun da hiç değilse fil ruhum bir yeni günü yazsın kendi tarihinin sayfalarına diyorum.
Peki bugünün tarihini bilen var mı?
çok beğendim. Hayatın acımasızlığı aslında kendi günlerinde saatlerinde saklı, bizi bizden uzaklaştırıyor her daim. Yüreğinize sağlık…
O günün yemeği hep okunur ve anneye bakılır:)Şimdi promosyon takvimlerde benzer yazılar yine mevcut.Çocuklarım yemek önerilerini okuyup bana baktıklarında açıkcası üzerimde baskı hissediyorum…)
Çok güzel ve çok anlamlı bir hikaye olmuş, emeğinize sağlık, çocukluğuma döndüm…
Wikipedia'dan öğrendiğim kadarıyla tarihde bugün;
*1937 – Atatürk'ün Selanik'te doğduğu ev, Selanik belediyesince sahibinden satın alınarak Atatürk'ün emrine tahsis edildi.
*1956 – Karikatürist Turhan Selçuk, "Uluslararası Bordighera Mizah Şenliği" nde Platin Palmiye Ödülü' nü aldı.
*1946 – Ajda Pekkan'ın doğum günü
Sevgiler;)
Umarım saatli maarif takvimi bunu başarabilir….:))
Saatli Maarif siyah beyaz sayfalarıyla renkli Ülkü Takvimine göre daha kasvetli de gelse, çocukluğumun en sevdiğim kişisi dedemin hayatının vazgeçilmezlerinden olduğu için kıymetlidir benim için.
Geçmiş, saatli maarif takviminin sayfalarının arasından bakıldığında belki daha anlamlı ve yaşanası görünüyor lakin her zaman diliminin insanları kendi içinde, tıpkı bugün aramızda varlığını sürdüren birçokları gibi (kadar) karanlık ve mide bulandırıcı! Hepimizin içinde, yaradılıştan bugüne getirdiğimiz bir karanlık köşe var!
Onunla neler yaptığımız pek mühim.
Bu sabah Oliver Stone, JFK i izlediğimden belki, hayli midem bulanık. Hangi zaman diliminin kapağını kaldırsak burnumuzun direğini titretecek kokular yükselecek sanırım, içinde biz olduğumuz sürece…
Ya darth vader olacağız ya da obi van kenobi!
Dilerim saatli maarif takviminin sihirli yaprakları bizi, insanlığın içinde var olan en güzel duyguların açığa çıktığı daha adil ve sevgi dolu bir geleceğe taşır… Mucizelere inanmaktan vazgeçmeyen çocuk ruhunuz hep fil kadar kalır dilerim… Selamlar.
Gülce Gürses Gergin
11'i diye biliyordum meğer 12'siymiş ayın.
Şahane bir yazı olmuş.
Annem hala okuyor ve önemlileri bize saklıyor okuyalım diye : ) 80 yaşında !
kelime doğrulama olmasa çok iyi olurdu 🙂
Sayın Yekta Kopan, bloğundaki son iki yazını okuyorum da, öyküler tamam, roman… evet, devamı gelsin, İçimde Kim Var'ın tadı damağımızda. Bence bir deneme derlemesinin vakti gelmiş. Öyle güzel bir bakış açısı var ki yazılarında kaleminden dökülecek bir deneme kitabına hayır denemez doğrusu!
en uzun gece, soğuk Aralık ayının yirmibirinci gününün gecesi, hepsinden daha mı yoğun ve karanlıktır şehre, eve, odaya, bedene ve ruha dolarken ve sabahında artık uzamakta olan günlerin umut ve sevinci ve hatta neredeyse gelecek olan erken bir bahar heyecanına mı bırakır yerini?
Annemin adini takvimden koymuslar 1954'te… Gülşen…
çok sevdim:)
geçmiş günlerimin aklımda dolandığı bu günlerde bu yazıyla karşılaşmak ilginç ama şaşırtıcı değil. geliyor insanın başına böyle şeyler.
her geçen günümün bu günümden güzel olduğunu düşünmeye başlıyorum. her günü dolu dolu yaşamak ve vakti gelmeden elde edemediklerimizle dolu çocukluğumuz. maaş vakti gelmeden kitaplar alınmaz, bayram gelmeden yeni yeni elbiseler dolaba girmez… tıpkı günü gelmeden takvim yaprağının koparılmayışı gibi. bugünümde eksik olduğunu düşünüp de bir türlü bulamadığım şey dünümde saklı. ama malesef tek bir şey değil, başlı başına geçmiş hayatımın ta kendisi.
ve bir de yılın en uzun gecesi artık o kadar da uzun gelmiyor. eskiden, çok eskiden başlayarak bugüne daha da yakın zamanlara gelene kadar (eskiden dediğim yağmuru küçük kanatlı meleklerin kovalarla bulutlardan döktüğünü sandığım zamanlar, bugüne daha da yakın zamanlarsa bu sandığımı unuttuğum ama hala çocuk olduğum zamanlar)en uzun gece, yeni yıla giriş ve akabinde günlerin daha da uzaması çok farkedilir ve etkileyiciydi benim için. saatler ileri alındığında hep uykumu almadan kalkardım. bütün bu geçmiş gün düşüncelerimi aklıma yeğenim soktu. bir akşam beraber girdiğimiz karanlık odanın ışığını birden açtığımda gözlerini kapatıp başını kolumun altına soktu. anlamadım ilk… ışık gözünü almıştı. hatırladım ben de belki dakikalarca bakamazdım aninde ışık yandığında. ama o ışığın gözümü ne zaman almayı bıraktığını hatırlayamadım.
Ne bu takvim, ne sıcacık yanan soba, ne buğulu camlar, ne çılgın kediler, ne neşeli bahçe hiçbir şey kalmadı geride…Bugün günlerden ayrılık, yıllardan hüzün!
Velhasıl 2118’in saatli maarif takviminde Ay yüzeyinde ilk üssün kuruluşunu yazdığı tarihte de sokaklara tüküreceğiz.
Not: Bildim bileli hep aynı. Yıllardır hiç değişmedi!
Deneme kitabıyla hem fikirim.
Şimdiki Saatli Maarif'lerin eski tadı yok. Merakta değil kabahat.
Meandshadows dedi ki;
Çocukken saatli Maarif takviminin sayfalarını gün sonunda koparıp okuyanları hiç anlayamazdım. Daha duvara asılmadan, 365 günün sayfalarını kitap gibi bir kerede ve ilk ben okurdum tıpkı eve gelen sabah gazetelerini ilk okuyan olma telaşım gibi kuraldı bu evimizde. Matbaadan yeni çıkmış kağıt kokusu, henüz kenarları kıvrılmamış, sayfaların arasına bir tel saç düşmemiş, sayfayı tutan koçandaki yapıştırıcı ufalanmamış, taze saatli maarif takviminin sayfalarında zaman içinde zamanı okumak, takvim içinde sararmış bir zaman yaprağında takılı kalmak…
2021 çıkınca bana yollayın
Güzel takvim, çocukluğumdan beri duvara asılı olur. Tarih, yemek tarihi.