Dün İş Sanat’ın RHM Müzesi‘ndeki salonunda Emrah Kolukısa moderatörlüğünde bir söyleşi vardı. Sait Faik hakkında konuştuk. Malum “Sait Faik Hikaye Armağanı” sahibini buldu, malum Sait Faik kitaplarının telif hakkı ortadan kalktı… Bu süreçte daha çok konuşulacaktır, bunu olumlu buluyorum. Peki işin özünde yeterince konuşuyor muyuz; hayır.
Emrah ile “Semaver” kitabını merkeze aldık, konu konuyu laf lafı açtı. Öykülerinin içeriğinden tekniğine çok şey konuşabildik. Elbette ne kadar konuşulsa yetmez. Ama izleyicinin dikkati ve katılımıyla içime sinen bir sohbet oldu.
Söz bür ara, dönemin dünya atmosferine ve Sait Faik’in politik bir duruşunun olmamasına geldi. “Semaver” öyküsünün sonuna Nazım’ın eleştirel yaklaşımı konuşuldu. Bu bakış açısında katılmadığım yanlar olduğunu söyledim. Görülmeyeni görünür kılmak ile yapmaya çalıştığı şeyi dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
O bölümde söylediklerimi de, zihnimi toparlayabildiğim kadarıyla aşağıya yazdım. Burada kalsın.
Sait Faik Abasıyanık, hiçbir zaman “politik” bir yazar olmadı. Bir bildirinin altına imza atmadı, bir siyasi partiye mensup olmadı, slogan atmadı, ajitasyon yapmadı. Ama belki de tam da bu yüzden, onun edebiyatı politikti. O, toplumu anlatmadı; insanı anlattı. Sistemleri değil, sistemlerin unuttuğu bireyleri yazdı. Ve hayatı edebiyatın içine sığdırmaya çalışmadı; edebiyatı, hayatın kırık yerlerinden akıttı. İşte bu yüzden, Sait Faik’in politik olmayan edebiyatı, aslında sessiz ama güçlü bir direnişti.
Sait Faik’in yazarlık serüveni, 1930’ların sonlarında başlar. Türkiye’nin tek parti rejimiyle yönetildiği, modernleşme hamlelerinin toplumsal yapıda büyük kırılmalar yarattığı bir dönemdir bu. Dünya ise aynı yıllarda faşizmin yükselişini, ekonomik çöküşü ve II. Dünya Savaşı’nın karanlığını yaşamaktadır. Bu dönemde birçok yazar ya rejimin yanında yer alır, ya da muhalif bir dille açıkça politikleşir. Ama Sait Faik, ne iktidarın sözcüsüdür ne de doğrudan muhalif.
Onun seçtiği yol farklıdır: sokağa inmek, kahvelere, limanlara, balıkçı teknelerine, çocukların oyunlarına, işçilerin yorgun bakışlarına yönelmek. Çünkü Sait Faik’e göre insan, politik bir söylemle değil; ancak yakından bakılarak anlaşılabilir. Ve yakın bakmak, en politik eylemlerden biridir.
Sait Faik’in yazarlığına baktığımızda, klasik anlamda bir “toplumsal eleştiri” görmeyiz. Ama her bir öyküsünde şunu hissederiz: Bu dünya böyle olmamalıydı. Çocuklar bu kadar yalnız, işçiler bu kadar suskun, martılar bu kadar sessiz olmamalıydı. Ve edebiyat, belki hiçbir şeyi değiştiremez ama bu suskunlukları görünür kılabilir. İşte bu onun etik duruşudur.
Edebiyat onun için bir mücadele değil, bir tanıklık biçimidir. Hayata tanıklık. Sessizliğe tanıklık. Unutulana tanıklık. Bu yönüyle Sait Faik, estetik olanın içinde vicdani olanı arar. Bir siyasi programı yoktur ama bir “insanlık ideali” vardır. Bu da onu hem bireyci hem de derinden toplumsalcı yapar.
Sait Faik’in politik olmayan edebiyatı, tam da bu nedenle bu kadar politik: Çünkü sistemlerin unuttuğu bireyi, ideolojilerin görmediği duyguyu, kalkınma planlarının dışında kalan hayatı yazmıştır. Bunu yaparken ne vaaz verir, ne çözüm önerir. Sadece görür, gösterir, dokunur.Ve belki de Camus’nün Sisifos Söyleni‘ndeki gibi, o da taşını tepeye çıkarıp tekrar aşağı düşürmeye mahkûm olduğunu bilir. Ama bu çabada bile bir anlam bulur. Yazmak onun için, dünyaya katlanmanın bir yoludur. Ve bu yazıların her biri, küçük bir insanı anlatırken, büyük bir sisteme karşı estetik bir itiraz taşır.
