Susmasını istediğiniz bir müzisyen nasıl yaşar?

Dün Radikal’de “Müzik susmaz, sanat susmaz!” başlığıyla bir yazı yazdım.

Yazının hikayesi şudur: Yavuz Çetin’in ilk albümü plak formatında basıldı, Mavi Sakal yıllar sonra bir araya geldi, ben de bunların heyecanıyla yazmaya oturdum. Ama daha ilk satırlarda kendime çeki düzen verme ihtiyacı hissettim. Ülkenin içine sürüklendiği engebeli yollarda hepimiz düşe kalka ilerlemeye çalışılırken, birileri “Müzik sussun!” diyordu.

Neden? Çünkü müzik eğlenceliydi.

Kimileri müziğin sadece ‘eğlence’ olmadığını, acıdan kahkahaya her duygunun müzikle sarıldığını söylediler. Biraz savunma gibiydi bu karşı duruş. Oysa bence savunmaya falan ihtiyacı yok müziğin. Eğlencelidir, doğru. Hüzünlü olduğu kadar eğlencelidir ve birlik duygusu sadece hüzünden değil, omuz omuza eğlenebilmekten de geçer.

Dünya ‘biz’ dediğimiz kitleden oluşmuyor. Kimileri ölümün arkasından ağıt yakıyor, kimileri dans ediyor. Acıyı her yerinden çekiştirip, her sahada yarıştırdığımız yetmiyor. Acı bile “biz” gibi yaşanmalı. (Bunu sevincini havaya kurşun sıkarak yaşayanlar söyleyince tuhaf oluyor ama oralara girmeyeceğim.)

Bu yazı birilerine tuhaf gelecek. Doğru. Çünkü bunun konuşuluyor olması tuhaf.

Televizyondaki evlilik programlarına siyah tişörtle çıkmanın, beyin uyutan dizilerin yeni sezonlarına yanar döner başlangıçlar yapmanın, reklamlarda çocukların sömürülmesinin, eğlence programlarında timsah gözyaşları döküp hemen ardından reyting avcılığı yapmanın, televizyonda ne kadar yas tutulacağına ‘merkez’in karar vermesinin normal olduğu bir devirde, bunun konuşuluyor olması tuhaf.

Gündüz ticaretini yapıp, gece elinde kibrit baskına çıkanların acısı değil bu. Herkesin acısı.

“Sanatı, müziği susturun,” diyenin acısı değil bu. Dünyayı o müzikle, sanatla anlayanın da acısı.

Susmasını istediğiniz bir müzisyen nasıl yaşar biliyor musunuz? İktidar sofralarında diz çökenlerden, “ben işime bakarım”cılardan, yanar dönerlerden söz etmiyorum. Sanatını yaşadığı dünyadan ayrı tutmayan, sesini kısmayan, korkmayanlardan söz ediyorum. Anladınız vaziyeti.

İki ayrı grupta bas çalan bir arkadaşım var. Arada bir de stüdyoda kayda gidiyor. Geçen kışı ayda iki-üç gece ‘sahne’, bir-iki ‘stüdyo’ ile geçirmek durumunda kalmış. Bu işlerin bazıları para getirmiş, bazılarından ‘bir ara hallederiz ödemeyi’ sözleriyle eve dönmüş. Üç nüfuslu eve ayda 1000-1500 lira arası bir para gelmiş ya da gelmemiş. Yan işlerle, karısının maaşıyla falan idare ediyorlar.

Bu örneği verdiğim için bütün müzisyen arkadaşlarımdan özür dilerim. Utanıyorum.

Kimi müzisyen arkadaşım daha fazla kazanır, kimi daha az. Ama sonunda konserden-sahne çalışmasından gelecek para, bütçesinin lokomotifini oluşturur. İşte susmasını istediğiniz bir müzisyen en basit tanımıyla böyle yaşar. Üstelik böyle yaşayan bir müzisyen, sadece eğlendiren değildir. Düşündüren ve bilinçlendirendir. (Sekiz yıldızlı otelin havuzbaşında playback yapan müzisyenden farkını anlamayan varsa diye açıklama yaptım, kusura bakmayın.)

Kirasını ödeyemeyen müzisyen arkadaşlarım var. Kredi kartını iptal ettirmek zorunda kalanlar ya da daha küçük bir eve geçmenin hesabını yapanlar. Ama yanlış anlaşılmasın, amacım ‘acındırmak’ ve ‘kaybedenler edebiyatı’ yapmak değil. Sanat, bu mücadelelerin içinde boy vermeyi öğrenmiştir, dert etmeyin.

Sadece haksızlık üzdü. Bu kadar net.

Aynı soruyla noktalayayım: Bu toz duman ortadan kalktıktan sonra, kimler birbirinin yüzüne bakabilecek?

Yorumlar (1)


aslında, belki de, soru: bu toz duman kalktıktan sonra, kimler kendi yüzüne bakabilecek? Bu utanç ve vicdan yüküyle nasıl yaşayabilecek?
olmalı mıydı?

bir yorum bırakın