BLUE bugün gösterime girdi. Şu kısacık cümle hem sinemamız açısından hem de filmi oluşturan ekibin kişisel hikayeleri açısından çok şey barındırıyor. Doksanlı yıllar, Blue Blues Band ve özellikle de Yavuz Çetin ile Kerim Çaplı‘nın hikayelerine odaklanan film hakkında bu hafta yazılı ve görsel basında çokça haber yer aldı. Müzik eleştirmenlerinden film eleştirmenlerine uzanan yazarlar, sağ olsunlar, film hakkında yüreklendirici sözler söylediler. Merak edenin, küçük bir internet taraması yapması yeterli olacaktır. Ucundan kıyısından da olsa içinde bulunduğum projeyle ilgili söz söylemem…
Müzik
Büyük sözleri sevmem. Ama arada bir köşeye büyükçe bir söz koymak gerekiyor. Philip Glass biyografisi Müziksiz Sözler‘i okurken öyle bir söz geçti aklımdan. Şöyle düşündüm: “Bu kitabı okumamış biriyle yapacağım müzik sohbetinin bir bacağı kısa kalacaktır.” Abartısını bir kenara koyacak olursak yerinde bir söz bence. Ama eksik. Eksiklik nedeni kitabın katkısını müzikle sınırlı tutmam. Oysa kitap, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki bütün sanat hareketlerine, siyasi gelişmelere ve edebiyata kapısını açıyor. Bilenler bilir, Raymond Carver‘ın bende özel bir yeri vardır. Çağdaş…
Pentagram 30 yaşında… Aslında otuzunu çoktan geride bıraktı. Doğum gününde Akustik adındaki özel bir albümle geldi grup. Cümbür cemaat çalıp söyledikleri, dinleyene kişisel tarihini de fısıldayan bir proje albüm bu. Benim tarihimde Moda’daki “olaylı” konserle başlayan yolculuk, bu albüm öncesinde Motto Müzik’teki Noktalı Virgül programım için yaptığım sohbete kadar uzuyor. Neler neler yaşanmadı ki bu süreçte. Lafı uzatmadan Noktalı Virgül – Pentagram bölümünün linkini şuraya ekleyivereyim. İzlemek isterseniz bir tık uzağınızda… Bu yazıda Pentagram güzellemesi yapmayacağım. Ama onu da bir…
Berlin’e akın var bu aralar. Daha dün akşam bir sohbette kulak misafiri oldum; falancalar da Berlin yolcusuymuş. Eski bir Berlinsever olarak, bu hikayeleri her duyduğumda aklıma Kreuzberg’deki taksi şoförü geliyor. Beş ya da altı yıl önceydi. “Küçük İstanbul” olarak bilinen semtte sohbet ediyorduk. Aydın’dan İstanbul’a oradan da Berlin’e göçmüş. Uzun hikayesini güzel anlatıyordu. Aşk, parasızlık, evlilik, kaçak işçilik, ırkçılıkla mücadele… Ve çok daha fazlası. “Bir heyecanla gelir fiyatları yükseltip giderler abi,” demişti. “Geçen ay İstanbul’daydım. Cihangir’e ne yaptılarsa, aynını Karaköy’e…
Aile Fotoğrafı, Kerem Görkem‘in ilk kitabı. 2016’nın Mayıs’ında Sel Yayıncılık etiketiyle raflara çıkmış bir roman. Canım Sel Yayıncılık. İyi ki varsın… Uzun süredir okunmayı bekliyordu bu kitap. Bir türlü başlayamadım, oysa hakkında olumlu sözler duymuştum. Sonra bir gece pikaba Golden Hour of Donovan plağını koydum. Alım elime Aile Fotoğrafı‘nı. Çevirdim ilk sayfayı. Hikaye böyle başladı. Tuhaf bir buluşma, diye düşündüm önce. Masamda uzun süredir bekleyen kitabı, bu albümün melodileri çağırmış olamazdı. Sonra plağın kapağına baktım. Puzzle parçalarından oluşmuş bir Donovan…
Böyle günlerin içinde ayakta durmak kolay değil. Sabırlı olmak kolay değil. Anlamak için zaman gerekiyor. Ama zaman iyileştirici özelliğini çoktan yitirdi. Çocukluğundan söz ediyor çoğu insan. Gençliğinden. Ömrünün umutla dolu günlerinden. Farklı disiplinlerde kalem oynatanlara bakıyorum, cümlelerde bir “geçmiş özlemi” saklı. Belki de geçmişe özlemden değil, yarının belirsizliğiyle doğan bir korkudan kaynaklanıyor bu. Sarılacak bir şeyler arıyor herkes. Geçmişinden daha yakında bir cankurtaran simidi bulamıyor belki de. Bugünün sert cümleleriyle duvarın arkasını görmeye çalışana da tahammülü yok kimsenin. Duvarın arkasında…
Sahnede izledim. Yetmez. Bütün şarkılarını dinledim. Defalarca. Farklı yaşlarımda, farklı ortamlarda. Yetmez. Yazdıklarını okudum. Hakkında yazılanları. Yetmez. Bütün bu yaptıklarım Leonard Cohen’in “bana” iyi gelmesi için yaptıklarım. Ama o “dünyaya” iyi gelen bir ozan. O iyiliğin nedenlerini, kaynaklarını anlayabilmek zor. İşte o nedenle, yetmez. Kısa süre önce, son albümünü tamamladıktan sonra “Ölmeye hazırım” demişti. Büyütmeden, altını çizmeden söylemişti bunu. Hatta sonrasında rahatsız olmuş, o söyleşinin ve albümle iligili görüşlerin bu cümleyle sınırlı kalmasını sevmemiş ve cümlesinin biraz yanlış anlaşıldığını söylemişti….
Erol Pekcan, babamın arkadaşıydı. Birkaç kere ailece akşam oturmasına geldiklerini hatırlıyorum. Kibar ve şıktı. Ama beni daha çok ilgilendiren bir “davulcu” olmasıydı. Evdekiler “baterist” derdi. Muhteşem caz bateristi Erol Pekcan. Tuna Ötenel adı ise bana gençlik yıllarımda gittiğim konserleri, kimi zaman kaçak girdiğim klüpleri hatırlatır. Ama daha çok Berrin Abla’yı. Seslendirme stüdyolarının bana tanıttığı en güzel insanlardan biridir Berrin Ötenel. Aradan yıllar geçti. Sağlık sorunları yüreğimizin üstüne bir fil gibi oturdu. Ama duygusal hiç kopmadık Tuna-Berrin Ötenel çiftiyle. Kudret Öztoprak…
Yağmuru merkezine alan şarkıları düşündüm. Yeni Türkü’den Şebnem Ferah’a, Anima’dan Hüsnü Arkan’a, Teoman’dan Mazhar-Fuat-Özkan’a uzanan bir liste oluştu zihnimde. Birbirleriyle yarıştıramadım şarkıları… Ama birini öne koymam gerekse, hiç düşünmeden Bülent Ortaçgil‘in “Yağmur”unu söylerim. Bir de ricam olacak… İçinden yağmur geçen şarkıları, yorumlar aracılığıyla paylaşır mısınız lütfen?
Patti Smith, İstanbul’daydı. Zorlu PSM sahnesindeydi. İzlediğim en iyi konserler listesi yapsam, kesin yazarım bu konseri. Konserden öte bir şeydi zaten. Müzik tarihiydi, şiirdi, sevecendi, saldırgandı, ölümdü, doğumdu, barıştı, öfkeydi, anneydi, babaydı… Ayindi. Gloria, Redondo Beach, Free Money, Birdland, When Doves Cry, Because the Night, My Generation ve çok haha fazlasıydı. Bir pagan dansıydı, gitarın sapında tonlarca basıncı taşıyan tellerin kopuşuydu. Bu harika fotoğraf Muhsin Akgün‘ün imzasını taşıyor. Instagram hesabından aldım Fil Uçuşu’na koymak için. Muhsin’in o gece harika fotoğraflar…