Üstelik sözü edilen “dış mihraklar” çoğunlukla homojen bir yapıyı, kristalize olmuş bir ideolojiyi temsil etmez. Karanlık odalarda buluşan, yüzünden kötülük akan, takım elbiseli, asker kıyafetli bir takım insanlar resmedilir zihinlerde. Üçüncü sınıf bir Hollywwod aksiyonunun klişelerle dolu diyaloglarıdır senaryoda yazanlar. Zaten istenen bir nokta atışı yapmak değil, çok daha büyük ve belirsiz bir komplo teorisini devreye sokmaktır. Emin Alper’in harika filminde olduğu gibi tepenin ardında birileri vardır, bir oyun oynamaktadırlar.
Aslında herkes bilmektedir güç odaklarının, iktidarların diğer iktidarlar üstüne oyun teorileri geliştirdiğini, fitne mekanizması işlettiğini. Elbette iktidar alanını genişletmek isteyen her güç, bir diğerinin üstünden alan açmak için yalanlar üretmekte, oyunlar oynamaktadır. Tıpkı sıradan insanların gündelik ilişkilerinde olduğu gibi. Ama bu basit ve ezberlenmiş bilginin ötesinde bir korku-nefret söylemi geliştirmek gerekir kapalı politikalarda. Oysa günümüzde, çok uluslu şirketlerin ve küresel sermaye gruplarının iktidarlar üstü oyuncular olduğu günümüzde, bu tutkalın işlemeyeceğini çoğu siyasetçi bilir. O zaman oyunlara karşı oyunlarla cevap vermek, dış mihrakları sınıflandırmak, bir nefret algısının içine oturtmak, ortak hikayenin rahatlıkla algılayabileceği ve sonunda hedef seçebileceği bir senaryonun merkezine koymak gerekir. Üstelik bu yapılırken aynı dış mihraklarla ortaklaşa yürütülen işler, atılan imzalar, verilen kararlar ve daha da ilginci başkalarına karşı birlikte oluşturulan alan daraltma oyunları yok sayılır. Önemli olan hızlıca “iç algıyı” rahatlatmak, deyim yerindeyse düşman yaratmak gerekir.
Sonuçta kimileri bu düşmanın varlığıyla rahatlar ve öfkesini yönlendireceği noktayı bulmuş olmanın rahatlığıyla, milliyetçi reflekslerini güçlendirmeye başlar. Kimileri de küresel kapitalizmin bu algıbozan oyununu bozmak gerektiğinden dem vurur. Ama sonuçta kabullenen de reddeden de aynı noktadan konuşmaya, bütün cümlelerini “dış mihraklar” ortak parantezine almaya başlamıştır.
Elbette bir “iç” var, bir de “dış”. Elbette, öncelikle “iç”te konuşabilmek, paylaşabilmek, anlaşabilmek, en azından anlayabilmek gerekiyor. Tepenin ardı paranoyası, öncelikle karşılıklı diyalogun dilini kirletiyor. Anlaşmanın, paylaşmanın olanaklarını yok ediyor.
Çok güzel bir yazı olmuş emeğinize sağlık
Toplumu nasıl ayrıştırıp uç kutuplara yerleştireceğini iyi bilir iktidarlar, bundan nemalananlar ülkedeki her gelişmeyi "dış mihraklar"a bağlayarak yerlerini sağlamlaştırıp mazlum kalmayı becerebilmekteler.
Güzel yazı