Filmdeki bir oyuncudan söz etmek istiyorum; Tuğrul Tülek.
Cem Yılmaz’ın bildik-tanıdık kadrosunun dışında bir oyuncu Tuğrul Tülek. Ama filmde yer aldığı sahnelere öyle etkili bir dokunuşu var ki, senaryo gereği “sihirli” olan rolünü, benzersiz bir şekilde gerçek kılıyor.
M.Caner Alper-Mehmet Binay imzalı “Çekmeceler”de de, Tülek filmin bir bölümünü avcunun içine alıyor ve izleyenleri ‘deyim yerindeyse’ duvara çakıyor. Ece Dizdar’la ‘paslaştıkları’ sahne filmin hafızalara kazınan sahnelerinden biri oluyor böylece.
Aslında tiyatro severler Tuğrul Tülek için kaleme alınmış bir yazının, sinema penceresinden başlamasına şaşıracaktır. Çünkü o, özellikle İstanbul seyircisi için ve özellikle DOT seyircisi için, “oynasa da izlesek” denilecek isimler arasındaki sağlam yerini çoktan almış durumda.
Benim de Tuğrul Tülek’le tanışmam -herbir oyuncusuna ayrı övgü yazılması gereken- DOT sayesinde oldu. Seyrettiğim ilk oyundan başlayarak, her seferinde beni bir kez daha şaşırtmayı ve sarsmayı başarmış bir isim. Hiç unutmam, benzersiz performanslarından birinin ardından, kulis kapısında tebrik etmek için beklerken, içeriden çıkan mütevazı adama bakıp “Nasıl oluyor yahu, az önce sahnede başka bir dünyanın mümkün olduğuna bizi inandıran adam, sırtına çantasını atmış sakince tebrikleri kabul eden bu adam olabilir mi?” demiştim.
Ama oluyor işte. ‘İyi oyuncu’ sıfatı da burada yerleşiveriyor ismin önüne.
Daha sonra Tuğrul’u, bir oyunun provası sürecinde gözlemleme şansım da oldu. ‘İyi oyunculuğun’ sadece kendisine ‘çalışan’ bir şey olmadığını orada öğrendim. Tuğrul, sadece kendi varlığına değil, oyunun ruhuna katkı sağlayacak her yere nüfuz etmeyi başarıyor. Onunla sahnesi olan oyuncular, bir adım önde başlıyor oyuna. DOT’un hala oynamakta olduğu “Midsummer/İki Kişilik Yaz” ile ilgili bir yazı yazmış ve Gizem Erdem’in başarısından söz etmiştim daha önce. Bu başarıda elbette bütün DOT ailesinin, Murat Daltaban’ın, oyunun yönetmeni Serkan Salihoğlu’nun büyük katkısı var. Ama alkışın önemli bir bölümünün Tuğrul Tülek’e gideceğini de söyleyebilirim. ‘İyi oyunculuğun’ kendini göstereceği belki de en önemli alanda, yani iki kişinin sırtlandığı bir oyunda, öylesine ustaca bir dengeyi kurmak kolay iş değil. Tuğrul gibi usta bir oyuncunun, partnerine alan açan ve dengeyi bir an bozmayan ‘oyunculuk algısı’ burada devreye giriyor işte.
Aylar önce izledim bu oyunu. Fırsat bulduğumda gidip yine gideceğim. Henüz izlemediyseniz, aman kaçırmayın.
Dedim ya, yıllar içinde çokça oyunda izledim Tuğrul Tülek’i. Her seferinde kafamda bir alana oturtmak istedim. Sonunda çok sevdiğim bir belgesel olan 2008 tarihli “Man on Wire/Teldeki Adam” çaldı kapımı. Üstünde yürüyeceği teli hep daha yükseğe, daha ulaşılmaza, daha tehlikeliye, daha akıl almaza gerip ölümcül yürüyüşünü orada yapan Phillipe Petit geliyor aklıma Tuğrul’u izlerken. Her oyunda daha yükseğe geriyor telini. Ona inan tiyatrocu arkadaşlarıyla birlikte, o tehlikeli yürüyüşü tamamlamanın benzersiz hazzını yaşamak istiyor. En güzeli de, bunu seyirciyle paylaşarak, onları da yürüyüşün bir parçası haline getirerek atıyor adımlarını.
O benim için tiyatronun teldeki adamı.
Gelelim sinema penceresinden başlama meselesine. Sinemamızın Tuğrul Tülek gibi bir oyuncuya, önümüzdeki yıllarda daha çok alan açması gerektiğine ve açacağına inanıyorum.
Tiyatroda ve sinemada yürüyüşüne devam edecek Tuğrul. Bizlere de o tehlikeli yükseklikte yapacaklarını izlemek kalıyor.
Bir seyirci başka ne ister ki?