24 Ocak: Bir Pazar Günü

Kar. Beyaz. Fırtına. Soğuk. Pazar gazeteleri, her zamanki gibi yaşamı hafifletmek istiyor. Başaramıyorlar. Kar darbe senaryolarının üstünü örtmüyor. Fırtına istese de solu uyandıramıyor, gerçek sola savuramıyor. Soğuk can alıyor. Üstelik gün Şakir Eczacıbaşı’nın ölüm haberiyle başlıyor. Gerçek bir kültür insanı, bir kuşağın erdemli duruşunu da yanında götürüyor sanki. 24 Ocak 1993’ün, Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün üstünden 17 yıl geçmiş. O büyük yürüyüşü hatırlıyorum, on binlerin öfkesini, acısını. “Yiğidim aslanım, burada yatıyor,” derken nasıl da ağladığımızı. Daha beş gün önce aynı şarkıda, boğazımızda düğümlenen Hrant acısını hatırlıyorum sonra. Mahcubiyet diye bir duygu var, insanlığından utanıyor insan kimi zaman. Haiti’deki insanlık dramı bile, “Türk kurtarma ekibinin başarısı” başlığıyla bir milli meseleye dönüştürülürken, bir kez daha özür diliyorum Hrant’tan. Yardım konserleri midemi ekşitiyor. “Korunaklı hayat insanları”ndan biri olduğumu biliyorum, başımı öne eğiyorum. Soğuk üstlerine üstlerine yürüse de direnişlerinden vazgeçemeyen Tekel işçilerinin yanında olamadığım için okuduğum kitaplardan özür diliyorum.

Bu küçüklü-büyüklü iktidarlar dünyasının zavallı bir öznesiyim. Sayıklamaların ayıplandığı, köşebaşı tutma telaşlarının alkışlandığı, bitmeyen istilalar coğrafyasının, bozkırdan gelme çocuğuyum.

Aklımı yetişkin bedenimden çıkarıp, çocukluğumun Pazar günlerinden birine yatırıyorum. Artık ben susuyorum, çocukluğum konuşuyor.

Pazar günü. Sabah kahvaltısını bir an önce bitirip, bir an önce televizyonun karşısına geçmek istiyorum. Pazar sabahı güzel filmler oluyor çünkü. Annesiyle babasını arayan çocuklar, bir köpeğe bir sürü numara öğretip onun sayesinde hırsızları yakalayan kardeşler, silahını şimşek hızıyla çeken kovboylar, ne bileyim işte, bir sürü güzel film. Ama annem kahvaltı bitmeden sofradan kalkmama izin vermiyor. Aslında ben yiyeceklerimi bir tepsiye koyup o güzelim filmleri seyrederken kahvaltı yapmak istiyorum ama buna hiç izin yok. İleride bir gün kendi evim olduğunda köpekli filmleri seyrederken yere kırıntı dökme korkusu olmadan kahvaltımı televizyonun karşısında yapmak istiyorum.

Pazar günleri kahvaltı harika oluyor. Bayat ekmekleri yumurtaya bulayıp kızartıyor annem. Nefis bir şey! Hele reçelle çok iyi oluyor, ama çilek reçelini sevmiyorum. Aslında çay da sevmiyorum ama kahvaltıda çay içilir işte. Pazar günleri sadece kahvaltı değil tümüyle yemek olayı nefis oluyor. Öğlenleri annem kıymadan “iç” hazırlayıp beni fırına yolluyor. Orada pide çektiriyorum. Yumurtalı ve yumurtasız, karışık. Fırında beklerken çok sıkılıyorum. Benim pidelerimi en son veriyorlar da önce başkalarının pidelerini hallediyorlar gibi geliyor. Arada bir “Bizimkiler ne oldu?” diyorum. “Benimkiler” demeye korkuyorum ters ters bakarlar diye. Ama “bizimkiler” demem de bir şeyi değiştirmiyor yine ters ters bakıyorlar. Sonunda pideler geliyor. Kıymayı getirdiğim tasın üstüne dizip gazete kağıdıyla sarıyorlar. Pide ustasının, fırından yeni çıkmış pideleri tutarken elleri hiç yanmıyor. Oysa ben fırından eve gelene kadar elimi şekilden şekile sokuyorum kaç kere. Ellerim acayip yanıyor. Annem evde ayran yapmış. Evde yapılma ayranı sevmiyorum. Yoğurdu eliyle çırptığı için içinde pütürler kalıyor. Pütür sevmiyorum, pürüz sevmiyorum. Ama pideye bayılıyorum, sıcak sıcak yiyoruz.

Pazar günleri ev ozon kokuyor. Hafta boyunca evin içinde savaş olmuşcasına özenle temizlik yapıyor annem. O temizlik yaparken bir sürü yere basamıyorum, hatta odamdan çıkamıyorum. Kızıyor çünkü, “Orayı daha yeni silmiştim, yeter artık, ben köle değilim!” diyor. Annem köle değil. Ama evdeki kokunun asıl nedeni çamaşır. Pazar günleri çamaşır yıkanmasından nefret ediyorum. Çamaşırların evin çeşitli yerlerine gerilmiş iplere asılmasından daha da çok nefret ediyorum. Çamaşır asma işlemi sırasında anneme “Sokağa çıkabilir miyim?” diye soruyorum. Oturup derslerime çalışmam gerektiğini, hem zaten sokakta kimsenin olmadığını, bütün arkadaşlarımın evde ders çalıştığını söylüyor. Pencereden bakıp annemin haklı olduğunu görmeyi sevmiyorum. Ama haklı. Sokakta kimse yok. Hepsi ders çalışıyor olamaz. Ders çalışmak zorunda olmaktan iğreniyorum. Okuldaki bütün zor derslerin ve en ağır ödevlerin pazartesi gününe yığılmasının kaç nesildir sürdürülen bir adet olduğunu bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum.

Babama sığınmaya karar veriyorum. Ama o da radyodaki maç yayınını dinliyor. Radyodaki spiker o kadar hızlı ve karmaşık anlatıyor ki hiç bir şey anlamıyorum. Hangi takım atak yapıyor, kim gol atacak. Hiçbir şeyi gözümün önüne getiremiyorum. Ceza sahasının yaklaşık yirmi metre dışı neresidir, sol iç çaprazdan atılan şut gerçekte nereden atılan şuttur? Radyoyu dinledikçe, midem bulanıyor. Babama gıpta ediyorum. Çünkü bir yandan bu karmaşayı anlarken bir yandan da kapağında göğüsleri görünen bir kadın fotoğrafının olduğu bir kitap okuyor. “O ne?” diyorum. Kafasını bile kaldırmadan “Polisiye!” diyor. Polisler neden güzel göğüslü kadınlarla ilgileniyor anlamıyorum.

Ablam sokağa çıkıyor, arkadaşlarıyla buluşacakmış. Anneme bir ara “Ama o çıkıyor, bana izin vermiyorsunuz,” demeye yelteniyorum. Annem sadece bakıyor. Kös kös odama dönüyorum. Ablam sokağa çıktığı için, annem baktığı için, babam bakmadığı için sinir oluyorum. Kimseyi sevmiyorum.

Ders çalışıyorum. Hiçbir şey anlamıyorum. Bütün bunları neden anlamam gerketiğini anlamıyorum. Fay kırıkları dendikçe aklıma deterjanlar, maki dendikçe de nedendir bilmiyorum Lorel’le Hardi geliyor. Lorel’le Hardi’yi seviyorum. Televizyonda bir kadın türkü söylüyor. İşte onu hiç sevmiyorum.

Sonra yavaşca damarlarımı açıp küçük çalışma masamın üstüne yatırıyorum. Kanımı seyrediyorum. Yavaş ve ılık akıyor. Tadına bakmak istiyorum ama midem bulanıyor. Gözlerimi cebime koymaya karar veriyorum. Dilimi burnuma sokmaya çalışıyorum başaramayınca yutuyorum. Hem de çiğnemeden. Ayak parmaklarımı seyretmek istiyorum, gözlerimi cebimden çıkarıp yere atıyorum. Bakmak istediğim ayaklarımın nerede olduğunu göremediğimden gözlerimi eziyorum. İçim eziliyor, pide yemek istemiyorum. Fırıncıyı fırına sokmak ve orada ona saatlerce maç dinletmek istiyorum. Türkü söyleyen kadına kilometrelerce, gazete kağıdına sarılmış pide taşıtmak istiyorum. İşte bunları gerçekten istiyorum. Pazar günleri birbirlerine telsizle haber verip “Bak bütün arkadaşların şu anda evde ders çalışıyor, hadi otur bakayım, sen de çalış!” diyen anneler örgütünün genel merkezini eğittiğim köpeğimle basıp onlara çilek reçeli yedirmek istiyorum. Arkadaşlarıyla buluşma özgürlüğü olan büyük kardeşlerin hepsine şekersiz çay içirmek istiyorum. Koca göğüslü kadınların peşinden koşan polislerin peşine şimşek hızıyla silah çeken kovboy dostlarımı yollamak istiyorum. Herkese ama herkese ozon içirmek istiyorum.

Midem bulanıyor. Kusuyorum.

Her şey yerli yerinde artık. Bir tek gözlerim, gözlerim, gözlerim…

Yorumlar (17)

'…bu cografyanın bozkırdan gelme cocuğuyum'Harika bir pazar yazısı ve ben sadece ağlayabiliyorum..

Vurulduk ey halkım, unutma bizi…

Son üç paragraf…

Ters köşe… Yine bir çırpıda, zevkle!

Ha bir de… Haddim olmayarak "hiçbir" bitişik, "şey" ayrı!

Çok güzel bir pazar yazısı olmus, özellikle ilk kısımlar su anda içinde oldugum ruh haline adeta tercüman. teşekkürler !

Elinize yüreğinize sağlık..

Geçen bir fotoğraf geçti elime. Baktım azalıyor o fotoğraftakiler. Boğazımda bir yumru.
Ben en çok bayramlarda arıyorum çocukluğumu. İçimden geçenler, aklıma düşüyor en çok o zamanlar.

Ben çok büyük bir keyifle okudum. Beni çocukluğuma götürdünüz resmen… Takipteyim.

"Çok yaşayın" demek geldi içimdem.
Yazıdaki çocuğun anılarını gülerek ve kendi çocukluğuma dönerek okudum.
Her şeye rağmen çocuk olmak ne güzelmiş!
Diğer taraftan yazınızın sonuyla başını birleştirip çocuklara bırakamadığımız daha iyi bir dünya için üzüldüm.
Umarın onlar daha iyisini yaparlar.

Pazar sabahları benim en için de en büyük mutluluk TV'da Red Kit seyretmekti. Dün akşam TV'da Red Kit vardı ve kendimi 25-30 yıl öncesinin pazar sabahlarında buldum. Sanki sizin sesiniz de vardı Red Kit'te, hem filmin en sevdiğim kahramanını sanırım siz seslendiriyordunuz.
Sonra bugün yazınızı okudum, akşamki gibi çocukluğuma gittim. Çok teşekkürler. Tezer Özlü'nün taşra sıkıntısını anlattığı satırları anımsadım sizin yazdıklarınızı okurken. Bilirsiniz değil mi? Edebiyat insanlara kardeş olduklarını duyuruyor. En azından bazılarının.

Çocukluğumun "pazar" huzursuzluğunu hep derslerden ve "pazartesi"den bilirdim, büyüdükçe anladım; hiç alakası yokmuş. Bazı şeyler hiç değişmiyor!

Beni yönettiler. Bana kendi patronlarıyla elbiseler diktiler (gerektiğinde şık ol!), maskeler uygun gördüler (gerektiğinde gülümse!), yollar çizdiler (gerekse de gerekmese de bu yoldan git!).

Doğduğum günden beri, yaşadığım kasabanın, şehirlerin, ülkenin kurallarını anlattılar. Hatta kuralları bazen hiç anlatmadan dayadılar önüme. 'Önlük giy! Yakanı düzelt! Bıçağı sağ elinle kullan! El öp! Bacak bacak üstüne atma! Delilik etme!' dediler.

Denileni yapmayınca yoldan çıkıyordum, herkes gibi normal olmuyordum ve benden başka herkesi mutsuz ediyordum. Bununla yaşamamak için vardı kurallar. Delileri kontrol edebilmek için.

Bazen annem koydu bu kuralları, bazen babam ya da öğretmenim ya da komşu teyze, babaannem, arkadaşımın annesi, antrenör, televizyondaki kadın, bakkal amca…

Yalnızca bana değil, oyun arkadaşlarıma bile kurallar koydular. Erkek bebekler bile pembe pantolon giyemezdi. Kızların saçları kısa olamazdı. Çıplak bebek bile olmazdı!

Kuralları ben koymaya başladım. Bunu hemen yaptım. Onların kuralları, benim de kurallarımdı. Herkes mutlu olsundu, temel kural. Ben hariç herkesin mutlu olacağı bir dünya, okula gitmeye, kahvaltıyı bitirmeye, erkenden yatmaya… değerdi. O zaman daha çok sevgi vardı. Uslu çocuklar sevilirdi. Kahve içmek için tutturmazlardı. Misafirlik uzayınca zırlamazlardı, tüm çocuklarla iyi anlaşırlardı. Üstelik, sosyal hayatta idare ettikleri için, derslerinin müthiş olması da gerekmezdi her zaman. Kötü not gelmesin, yeterdi.

Bunların hepsini yaptım. Çok sıkıldım. Pembe şortla kırmızı tişörtü birlikte giydim. Saçlarımı kısacık kestim. Etekten hoşlanmadım. Ders çalışmadım. Hayatım, bana biçilen kumaşa uymadı. Yeni kumaşlar biçtim. Her mevsim elbisemi değiştirdim. Sesimi çıkardım, yükselttim, kestim. İstediğimde. İstediğim için.

Ve sonunda ecce homo! Yaşamım boyunca geride kaç elbise bırakmış olurum, kaç değişik kumaştan? Kaçı bana yakışır? Kaçı uygun olur onlar için? Önemli mi?

Anlaşılan;"pazar günlerini kimse sevmiyor".Bence bir örgüt kurup "pazar günü"nü yürürlükten kaldırtalım.Sizin çocukluğunuz benim çozukluğum gibi,şimdiki çocukların çocukluğu da bizim çocukluğumuz gibi mi acaba?Hiç zannetmiyorum,hepsi bilgisayar başında.

çok enteresan bı yazı..aslında yazıları okurken ne anlatılmak ıstenmiş düşüncesinden daha cok bana ne hisettiriyor diye düşünürüm…garip hissettim acıma-daralma-kötü duygulardı hissettiğim.
tekrar tebrikler yaşıyor gibi okudum yazınızı…

Gecenlerde haruki murakami yazinizdan sonra sizden bir de tezer ozlu yorumu okumak istemistim Ben sadece zihnimden gecirmistim beni duymaniza imkan yok ama siz onun yazisinin bir benzeri okuttunuz zihinden zihne bir yol mu var Benim bilmedigim

"Sesini unutmayı çok istemiştim, unutmamışım.İnsan görüntüler dünyasında dilediği gibi at koşturabiliyor, bir olayı zaman sıçramasıyla ilgisiz bir başka olaya bağlayarak anılarını değiştirebiliyor ama sesleri değiştiremiyor, iyi biliyorum bunu. Unutmak gerekiyor; tonlamaları, vurguları, melodileri, iniş-çıkışları unutmak gerekiyor. Unutmamışım. (bir de baktım yoksun s. 18)

benim senin ve onun dünü/n/m bugünü/n/m ve yarını/n/m orada burada ve şurada, için(m)de ancak böyle anlatılabilirdi..

annemi özledim.ama annem de çocukluğumdaki gibi değil.mis gibi pazar kahvaltılarını ben de çok özledim.

bir yorum bırakın