Dino Buzzati ve içimizdeki canavar Colombre

Kanat Atkaya, 5 Kasım tarihli Hürriyet’teki köşesinde Colombre‘yi yazdı. Colombre… Dünyanın tüm denizlerindeki tüm denizcilerin en
korktuğu yaratık. Kurnaz, korkunç, yılmak bilmeyen bir köpekbalığı. Kimsenin
bilmediği bir nedenle kurbanını seçen, ömrü boyunca onun peşinden giden ve günü
gelince onu ‘yutan’ bir canavar. Belki de yarattığı bu korku duygusuyla,
kurbanının aklına ilk düştüğü gün zaten onu ‘yutmuş’ olan Colombre.

Hepimiz sırtımızda bir Colombre’yle yaşıyoruz.
Kendi canavarımızı kendimiz yaratıyoruz. Boş inançlarımızla, hırslarımızla,
öfkemizle, sevgisizliğimize, nefretimizle…
Dino Buzzati, bu kısacık öyküsünü İtalya’da faşizmin iyice yükseldiği
günlerde yazmış. Faşist iktidarın, düşmanlıklar ve bayrağa yönelik tehditler
üstünden bir korku evreni yarattığı günler. Sınırdaki bir kışlada hiç gelemeyen
düşmanı bekleyen askerleri anlattığı benzersiz romanı Tatar Çölü‘nü de yazdığı günler.
Kanat,
Colombre’den açınca kapıyı, ben de aynı kitaptaki bir başka kısa öyküye
uğrayayım dedim: 1980 Dersi.
“Bitmek bilmeyen çekişmelerden bıkıp usanan
yüce Tanrı insanları uygun biçimde cezalandırmaya karar verdi.”
Böyle başlıyor
Dino Buzzati’nin öyküsü. Yazıldığı yılların 40’lı yıllar olduğunu unutmadan
devam edelim.
Tanrı’nın
cezalandırması 31 Aralık 1979 Salı günü, Sovyetler
liderinin beklenmedik ölümü
yle başlıyor. (Harika bir gelecek vizyonu yapan
Buzzati, yine de Sovyetler’in dağılacağını öngörememiş demek ki…)
Tam da
Komünist Blok ile Batı Blok’u arasında, Ay üzerindeki Kopernik Krateri’ni
sahiplenme çekişmesi yaşanırken Sovyetler liderin ölümü Amerika’yı
güçlendirecek diyenler yanılıyor. Çünkü bir sonraki Salı gecesi, yani 7 Aralık
1980 gecesi bu kez ABD Başkanı ‘küt
diye’ ölüyor
. Bir anda sarsılıyor dünya; gizli bir örgütün işi mi,
uzaylılar mı saldırıyor, yoksa gerçekten ‘Tanrı’nın adaleti’ mi?
Bir sonraki
Salı, ölen ABD Başkanı’nın yerine geçen başkan yardımcısı dünya değiştiriyor.
Bu ölüm, uzmanları harekete geçiriyor ve bu korkunç olayların mekanizmasını
çözüyorlar: “Yüce bir yetki o anda
dünyadaki en yüksek makamda oturan kişiyi seçip hayatına son veriyordu.”
Dünyanın bütün
güçlü insanlarını bir korku sarıyor. Kopernik Krateri falan unutuluyor tabii.
Bir sonraki Salı gecesi, Çin Başkanı, benim canımı Tanrı alamaz, kendi canımı
kendim alırım diyerek intihar ediyor.
Öyküsü boyunca
kurmaca isimler kullanan Buzzati, bir tek De Gaulle’ün hala yaşıyor olacağı
fantezisini kurmuş. Ama Tanrı, De Gaulle’ü güçlü liderler arasında görmüyor
olacak ki, canını almıyor. Belki de onu görmezden gelerek bir ‘tevazu’ dersi
vermeyi amaçlıyor.
 
“En güçlü
olan ölür” yasası, herkesi iktidar olma duygusundan ve yüksek makamlardan
uzaklaştırıyor. Siyasetle başlayan “Salı ölümleri”, endüstriye ve
finansa sıçrıyor. Korku, başkanlık koltuklarını boşaltıyor. Tek adamlar, benim dediğim olur’cular, güç
bende-söz bende’ciler dünya sahnesinden bir bir çekiliyor.
Şöyle devam
ediyor öykü:

“Birkaç ay sonra ortada ne bir diktatör, ne
hükümet Başkan’ı, ne büyük parti önderi ne de bir endüstri devi kalmıştı. Ne
harika bir şeydi bu böyle! Hepsi istifa etmişti. Ulusların ve kuruluşların
yönetimini birçok addan oluşan kurullar üstlenmişti ve bu kurullarda görev
alanlar bir diğerinin önüne geçmemek için büyük dikkat harcıyordu. Dünyanın en
varlıklı insanları da biriktirmiş oldukları müthiş servetlerini büyük hayır
kuruluşlarına, toplumsal ve sanatsal etkinliklere bağışlıyorlardı.”
Büyük güçlerin
başkanlarından başlayıp ünlü televizyon sunucularına kadar uzanan bir ‘yetki
çılgınlığı’ budaması yaşıyor dünya 1980
Dersi
’nde. Şöyle diyor Dino Buzzati:
“Yetkiye duyulan ihtiras ve
egemenlik manyaklığı son bulmuş, barış ve adalet kendiliğinden dört bir tarafa
yayılmıştı.”
Kırklı
yılların sonuna doğru, ülkesindeki faşizmin yıkıcılığını, savaşın vahşetini,
ölümleri, atom bombasını, Soğuk Savaş’ın paranoyak ruh halini görmüş bir
İtalyan yazardan, kısacık bir öykü 1980
Dersi
.
Gazeteciliğe
Corriere della sera gazetesinde başlayan ve yaşamı boyunca bu gazetede çalışan
Buzzati, belki de bu öyküsünü gazetesinde yayınladı ilk olarak.  Bilmiyorum. Ama bugün Türkiye’de böyle bir
durum söz konusu değil, bunu biliyorum. Böyle bir öykü yazmak mümkün elbette.
Hadi diyelim ki yayınlayacak cesur bir gazete de buldunuz. Sonrasında neler
olacağını tahmin edebilirsiniz.
Yine de kim
hangi ‘mahalle‘de yaşarsa yaşasın,
bildiği gibi yazmaya-üretmeye devam edecek. Önemli olan bu üretimleri mercek
altına alacak olanların da ‘mahalle’ ayrımı yapmaması.
Colombre ile
başladık, onunla bitirelim. Ömrümüz boyunca peşimizden koşan bir canavarın
varlığıyla mı yaşamak istiyoruz? Peşimizden gelen duyguların kendi yarattığımız
korkular olabileceğini düşünüyor muyuz hiç? Muktedirin önünde diz çökmek
sevgiden mi, korkudan mi? Ya da diz çökmeden yaşanmaz mı?
Hala
seçimlerimizi kendimiz mi yapıyoruz?

Comments (1)

Yazınızın sonundaki sorularla Erich Fromm "Özgürlükten Kaçış" kitabında yoğun bir biçimde uğraşmıştır. Yetkeci kişiliğe olan bu vazgeçilmez sevdanın kökenleri nerede? Biyolojik ve kültürel olanla ilişkisi nedir? Bu sorular indirgemeci olmadan nasıl cevaplanır?

Seçimlerimizi kendimizin yapıp yapmadığıyla, yani özne diye bir şeyin olup olmadığıyla ilgili en iyi kavrayışı ise Saffet Murat Tura (Madde ve Mana)'da buldum.

Leave a comment