Geveze miyim?

Fil’m Hafızası kısa süre önce benimle bir söyleşi yaptı.

Daha doğrusu bu çok iyi bilinen sinema ve kültür portalında yayımlanmak üzere Atakan Özkan benimle bir söyleşi yaptı. Bu yıl içinde yaptığım en özel söyleşilerden biriydi açıkçası. Diğerlerinden de söz ederim sonra.

Önce Atakan Özkan’la yaptığımız söyleşinin tamamını merak edenler için şuraya bir link bırakayım: “Önce İyi Bir Okur Olmak”

Bu söyleşiden Atakan’ın bir sorusunu Fil Uçuşu’na almak istedim. 

Özellikle YouTube üzerinden yaptığım Noktalı Virgül programını izleyenlerin çoğu “geveze” olduğumu söyler. Türk Dil Kurumu, “sürü hayvanlarının boynuna takılan küçük çan”dan yani gevez‘den geldiğini söylüyor bu kelimenin. Geveze demek, yeni bir şey söylemeyen, aynı tıngırtıyı tekrar eden, boş boğaz kişi demek yani. O küçük çanları sevdiğim için, bu gevezelik meselesini sahiplenmeyi de seviyorum. Hatta üstüne gidiyorum. Atakan, bu noktayı yakalamış belli ki. Ve usta bir gazeteci manevrasıyla bana “yorum-soru” yöneltti. Hem görsel yayıncılık alanındaki klişelere, hem de her röportajda klişe soru soranlara “başka bir yol da mümkün” demek için bu bölümü paylaşıyorum. Tabii ki Atakan Özkan ve Fil’m Hafızası‘na teşekkürlerimle…

İşte söyleşimizin o bölümü:

(…) Şevval Sam ile yaptığınız söyleşiyi izlemiştim. Orada kendisine
esprili bir şekilde “Müzik Oburu” demiştiniz. Bence bu noktada siz de bir “Sanat Oburu”sunuz. Birçok farklı konu ile
ilgilisiniz ve neredeyse bu konuların hepsi ile ilgili bir şeyler yazıyorsunuz.
Hemen hemen sanatın her alanından sayısız insanı da programlarınızda görüyoruz.
Yalnızca soruları yönelten ve cevap bekleyen bir moderatör de değilsiniz, çoğu
kez en az karşınızdaki kadar konuşuyor ve tartışıyorsunuz. Böylesine bir takip,
başlı başına çok uzun ve meşakkatli bir iş. Her konuda söyleyeceğiniz içi dolu
bir fikriniz, bir yorumunuz var. Her ne kadar Noktalı Virgül’de esprili bir şekilde bu özelliğinizin Youtube için
iyi bir şey olmadığını söyleseniz de belki de asıl değerli olan ve diğer
insanlara yön veren bir özelliğinizdir bu. Belki de “Noktalı Virgül” gibi
programların başarısı da burada saklı. Bu konudaki düşünceleriniz neler?
Başarıyı değer anlamında söylüyorum; fakat ekonomik kaygıları da göz önünde
bulundurmamız gerekir. Sizin yaptığınız programlara benzer programlar nasıl
artar?

Aslında burada birkaç soru iç içe. Bana
çok benziyorsun. En az benim kadar gevezeymişsin sen de. (Gülüyor) Bu fena
değil. Kazaklarımız da benziyor, aslında biz baya benziyormuşuz.

İlk olarak “en az konuğun kadar
konuşuyorsun” meselesinden başlayalım. Bu her zaman çok iyi bir şey değil.
Bazen gerçekten de geveze anıma denk geliyor ve beni bile rahatsız ediyor daha
sonra izlerken. Bunu söylerken de hiç çekinmiyorum. Ama bir yandan da şu var,
yayıncılık denilen şeyin, televizyon üstünde olsun, gazete yayıncılığı ya da
internet mecrası yayıncılığı denilen şeyin, birtakım klişeler içinde
hapsolmasından dolayı da rahatsızlık duyuyorum. Bu klişeler nelerdir, eski
BBC-TRT usulü: Bir sunucu olur, bir konuk olur, sunucu kısa bir şey sorar,
konuk da yanıtını verir. Çok güzel bir şey değil mi bu? Tamam. Peki, bu metodun
dışında başka bir şey olamaz mı? Örneğin ikinci bir metot şu olamaz mı: İki
insan sohbet eder. Soru sormak, cevap almak falan filan değil: İki insan sohbet
eder. Ben de, arkadaşım olan insanları kamera önüne oturtuyorum ve onlarla
sohbet ediyorum. Biz sohbet etmeyi seven bir toplumduk. O duygumuza dönmemiz
lazım. İkinci soruna gelecek olursak, dilerim artar. Umudum bu yönde. Bu konuda
özellikle akılcı işler yapan sermayaye büyük yükümlülükler düşüyor. Bu
yükümlülük tek sesli ezberlerin, klişelerin içine sıkışmamış bir yayıncılığın
müjdesini verecektir. Sadece sohbet örneğinden yola çıkarak söylemiyorum bunu.
Televizyona sen şimdi gitsen ve bir ulusal kanala, “Biz iki arkadaş yan yana
oturacağız ve 4 dakika boyunca o günün yorumunu yapacağız” desen bunu kabul
ettirmen çok zor değil mi? Ama bu, bir işe yatırım yapacak bir sponsorun çok
hoşuna gidebilir ve sen bu 4 dakikalık şeyle, belki de ulusal kanallarda 4
saatte yapılamayacak, tartışma programlarından daha kaliteli ve daha çok
sevilen bir iş üreteceksin. Böyle bir şeyin ayakta durabilmesi için en azından
üç bacağın zemine oturması gerekiyor: İşi veren, işi alan ve işi seyreden.
Benim bir umudum var.

Leave a comment