Hikayesini arayan sinema

Türkiye’de sinema son birkaç yıldır rakamlar üstünden konuşuyor. En çok izlenen filmler, ilk hafta sonunu iyi kapatan filmler, en büyük hasılatı yapan filmler, satılan bilet üstündeki yüzde hakimiyetleri, filmlerin bütçeleri (hatta filmdeki bir sahnenin bütçesi)… Merakla beklediğimiz bazı filmler, ticari baskıdan kaçmak zorunda kaldıkları için gösterime girecek 1-2 salon bile bulamazken, 500-600 kopyayla büyük çıkartmalar yapan filmler var; hem de bu sayıda bile birbirleriyle yarışarak… En büyüğü, en hızlıyı merak eden çocuklar gibi rekorlardan konuşuyor sinemacılar; medya da birbirlerinin rekorlarını kırıp kıramayacakları konusunda kızıştırıp duruyor… En çok konuşulan konu ise, bu yıl çekilen film sayısındaki artış. 2008 yılında 50 Türk filmi gösterime girerken 2009’da bu rakam 69’a çıkmış. %38’lik bir artış söz konusu yani. 2010’a da hızlı girdik, çok sayıda filmin de gösterim beklediğini biliyoruz. Ancak film sayısındaki artış, sinema salonlarına giden seyirci sayısına yansımıyor. Seyirci sayısında geçen yıla göre bir düşüş var. Seyirci neredeyse kaçıyor. Televizyon dizisi estetiğinde ve mantığında, aceleye getirilmiş olduğu her halinden belli, “biz ne verirsek seyirci onu alır” düşüncesinin parlatıldığı işler sadece alan daraltmaya yarıyor. Özellikle sıradan seyirci belki çekim tekniklerinden, ince oyunculuklardan anlamıyor ama konu hikayeye gelince kolay kolay “yemiyor”. Türkiye’de sinema, hala hikayesini arıyor.

Oysa bütün o hikayelerin yine bu coğrafyadan çıkacağını biliyoruz. Elbette iyi bir filmin ilk şartı olan iyi senaryoya ulaşmada konunun başlığını bulmak yeterli değil. “Deniz Gezmiş hakkında bir film çekilse,” demekle mahir bir senaryo yazılamıyor. Dramaturgi bilgisine sahip iyi hikaye anlatıcıları, senaryo teknikleri konusunda cambaz olmuş iyi sinema insanları gerekiyor. Türkiye’de sinema, hala senaristlerini arıyor.

Bütün bu bilgiler ışığında, biz sıradan sinema seyircileri, arada bir de olsa hayal kurma hakkımızı kullanıyoruz. Uzun sinema sohbetlerimiz sırasında “Keşke şu konuyu film yapsalar, ne güzel olur değil mi?” deyip anlattıkça anlatıyoruz. Daha bilgili olan biri, “Amerikan sinemasının her yıl mutlaka uyguladığı bir formüldür bu,” diyor, “bir biyografi üstüne yoğunlaşmak, sinemayı sivil tarihin arşivcisi gibi kullanmak, seyirciyi bir karakter üstünden bir fikre yoğunlaştırmak politik açıdan da önemli gelir Hollywood’daki yapımcılara.” Herkesin kendi dünya görüşü doğrultusunda beyazperdede görmek istediği isimler-hikayeler var. İyi sinema seyircisi bilir; o filmlerin hayalini kurmak bile güzeldir.

Twitter kullanıcıları ile böyle bir hayal sohbet gerçekleştirdik geçen günlerde. Tıpkı “Kahve Kokan Bir Yazı”da olduğu gibi bir “Seyrek Sorulan Soru (SSS)” ile başladı sohbet: Bu topraklardan, sinema filmi olmasını istediğiniz bir hayat-hikaye-olay var mıdır? (Yani bu yazı yine sizler tarafından yazıldı, bana sadece düzenlemek kaldı.)

Nazım’ın hayatı ile ilgili filmler yapıldı elbette ama daha fazlasını istiyor herkes. Aslında konu Nazım olunca sadece hayatıyla değil yazdıklarıyla da öyle büyük bir “konu hazinesi” yatıyor ki orada…

Yılmaz Güney’in hayatı, hem de sinema içinde sinema yapma imkanı veren bir “çoklu anlatımla” ilgi çekici olmaz mıydı?

Deniz Gezmiş üstünde fikir birliği sağlanan isimlerden. Kimi bütün hayatı film olmalı diyor, kimi sadece bir gününe odaklanılsa diye hayal kuruyor. Daha kimler kimler var; Mahir Çayan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Ulaş Bardakçı… Hadi bir isim de ben ekleyeyim; Erdal Eren.

Edebiyatçıların hayatlarına özel bir ilgi var: Orhan Veli Kanık ve Sabahattin Ali akla gelebilir de Tevfik Fikret de etkileyici bir isim değil mi? Elbette sadece hayatlar değil beyazperdede görülmek istenen… Kimi “Kürk Mantolu Madonna” diyor kimi de Orhan Veli’den “Sere Serpe” şiirinden hareket edecek bir senaryo istiyor. Hastalığı, melankolisi, dış görünüşüne olan nefreti ile Ahmet Haşim’in hayatı da film olabilir. Hüseyin Rahmi’yi merkezine alan “cesur” bir film ne kadar çok konuşulacaktır. Peki ya Bedri Rahmi ile Karadut’un aşkı?

“Solcu değilim ama Aziz Nesin’in hayatı ilgimi çekiyor,” demiş biri. Çocukluğundan ölümüne müthiş bir hayatın etkileyici hikayesi ile Aziz Nesin nasıl ilgi çekmez?

Beşir Fuad’ın üstünde pek durulmayan hayatı (ve özellikle de o hayatın sonlandırıldığı bölüm) gerçekten de etkileyici bir film olacaktır. Kaç kişi kendi kanıyla intiharının notlarını tutar ki? Neyzen Tevfik gibi bir figürün hayatının bugüne kadar beyazperdeye taşınmamış olması düşündürücü değil mi? Ahmet Hamdi Tanpınar diyenler elbette Oğuz Atay da diyor… Madem öyle Atay’ın Ahmet Hamdi’nin bir kitabının izinde yürüdüğü bir senaryoya ne denir?

Şairlerin hayatına ilgi Nazım’la sınırlı değil elbette. Attila İlhan’dan Sezai Karakoç’a, Ece Ayhan’dan Nilgün Marmara’ya uzanan bir liste var. Cemal Süreya’nın hayatı film olsun diyenlere “Edip Cansever ile Turgut Uyar nerede?” demek isterim. Hele bir de Metin Altıok, ah Metin Altıok! “Sırf onun gözünden kadınlara bakabilmek için Can Yücel’in hayatı film olsun isterdim,” demiş bir sinemasever, ilginç değil mi?

Arf değişmezi, Arf halkaları ve Arf kapanışları gibi kuramlarıyla bütün dünyanın tanıdığı Cahit Arf bir çınar gibi duruyor orada. Cemil Meriç’in hayatı da ilgi çeken hayatlardan. Aydın Boysan diyenler de çoğunlukta.

Bize objektifinden dünyayı gösteren Ara Güler’in hayatını düşünsenize… Bütün o fotoğrafların çekiliş hikayelerini… Bir 20.yüzyıl belgeseli…

Müzisyenlerimiz yok mu peki? Barış Manço, Cem Karaca, Fikret Kızılok, Ahmet Kaya…

Füreya Koral’ın hayatını film olarak görmek isteyenler Ayşe Kulin’in “Füreya” kitabını işaret ediyorlar. Böyle bir sinema sohbeti olmasa ünlü besteci Neveser Kökdeş’in adı kimin aklına gelir? Bari Leyla Gencer için geç kalınmasa. Selim Sazak’ın fikri bana çok çekici geldi: “Şakir Paşa Ailesinin hayatı film olsa,” demiş. Fahrelnisa Zeid, Charles-Aliye Berger, Şirin Devrim… Osmanlı entelektüelinin hikayesi.

Farklı karakterler de var elbette. Vecihi Hürkuş’tan terzi Fikri Sönmez’e, Hayalet Oğuz’dan Semih Saygıner’e…

Şu anda böyle bir proje üstünden çalışılıyor ama yine de İstanbul’un Fethi konusunun çok kişinin ilgisini çektiğini söylemek gerekiyor. Konu kahramanlık olunca düşmana ilk kurşunları sıkan Hasan Tahsin ve Mehmet Çavuş’un adları anılıyor elbette… Ama beni daha çok ilgilendiren kahramanlık öyküsü bir kültür hareketi; kuruluşundan yıkılışına bir Köy Enstitüsünün hayatı harika bir film olmaz mı?

Tarafsız ellerden çıkan bir darbe filmine ihtiyacımız olanlara şunu sormak gerekiyor sanırım: Hangi darbeyi tercih ederdiniz?

Sadece kişiler değil bu ülkenin tarihinden sayfalar da var elbette öneriler arasında; 2001 ekonomik krizinden yağlı güreşlere, büyük depremden grevlere…

Bu konular elbette bir sosyal paylaşım ortamında ilk akla gelen konular, belki bu yazıya yapılacak eklerle liste uzadıkça uzayacaktır. Hiçbirimiz böyle bir “konular listesi” ile sinemanın ihtiyacı olan hikayeleri keşfettik, artık sıra yapımcılarda-yönetmenlerde-senaristlerde demek derdinde değiliz. Sadece sinema üstüne konuşmanın zevkini yaşıyoruz birlikte.

Türk sineması hikayesini arıyor, senaryosunu arıyor. Biz sinemaseverler de gevezelik yapmaya devam ediyoruz. Yazıyı beni en çok heyecanlandıran konuyla noktalamak istiyorum. Önemli bir müzisyenden Ecesu Sertesen’den gelmiş bu öneri: Opera ilk kurulduğunda koro oluşturmak için kimse yokmuş ve futbol maçlarından en iyi bağıran adamlar toplanmış. Onlar eğitilmiş. Ve bu “toplama koro” üyeleri daha 5-6 yıl önce emekli olmuşlar. Bundan güzel konu olabilir mi? Futbol maçından opera korosuna…

Yorumlar (12)

Gerçekten en sondaki fikir en güzeli. En tatlısı, en şekeri. Kalemi kuvvetli bir senarstin elinden çıkan hikaye ile gerçekten "staddan salona" hikayesi çok iyi olur.

Cidden sıkı bir yazı olmuş, elinize sağlık. Yaşamöyküsü filmi çekmek bir yana daha onları yazmıyoruz bile. Tarih ve edebiyat bölümlerinde yapılıyor zaman zaman akademik ölçüde; ama çoğu "… ve Eserleri" başlığında sığ çalışmalar. Hala bir zevkle okunan "Bir Bilimadamının Romanı" var titizlenerek yazılmış. Kitapçı raflarında yer alan çoğu araştırma ya siyasal bir cepheden anlattığı kişiyi zan altında bırakıyor ya adamın/kadının kirli çamaşırları ortaya çkarılıp tüm büyüsü yok edilmeye çalışılıyor ya da kanlı canlı kavgacı bir adam bir peri masalına oturtuluyor. Hep şikayet ettiğimiz şey var hani: Arşivler düzenlensin, açılsın. Belleğimiz kilitli kaldı kütüphanelerde. Araştırılan kişinin yaşamına dair izler, etrafındaki insanlara dair bilgiler, dönemin koşulları, eşyalar ve daha neler neler. Sonrası da yıldız tozu, hayal gücü. Ama maalesef doğru ve detaylı bilgiye ulaşmak için kırk kapının ipini çekmek gerekiyor, bu da yazarlara zor geliyor. Onlar da oturup kendi hikayelerini yazıyorlar. Oluyor ya da olmuyor! Bence her yazar bir ruh ikizi bir başka sanatçıyı bulmalı kendine (ki zaten vardır mutlaka) , onu yazmalı ve bir senarist dönüştümeli onu karelere…yazıda sıraladıklarınızın hepsi mutlaka birine ruh ikizidir. Ben Tanpınar'ın Mahur Beste'sini Çağan Irmak'tan; Namık Kemal ve dava arkadaşlarını Ezel Akay'dan; Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ını Nuri Bilge Ceylan'dan; Abdülhak Hamid'in rengarenk yaşamını Fatih Akın'dan; Peyami Safa'nın Yalnızız'ını da Zeki Demirkubuz'dan izlemek isterdim… Sipariş gibi olmadı değil mi? Öyle iştah açıcı bir yazı yazmışsınız ki bu tatlı senaryo düşleri gerçekleşsin diye bana arşiv işi verseler yaparım gibi geliyor. Yeter ki bizim şahane yöntemenlerimiz elbet kendi düşleri öncelikli olmak kaydıyla bizim düşlerimize de dünyalarında yer açsınlar.

Orhan Kemal'i ıska geçmemek gerekir. Büyük edebiyatçıdır, Nazım'la yolları kesişmiştir, sosyalisttir, gibi sebeplerle söylemiyorum bunu. Çoğu edebiyatçımızın hayatlarıyla Orhan Kemal'inkini yanyana koyarsak, onunkinde sıradan bir biyografiden farklı, bir roman başkişisine yakışır olaylar görebiliriz. Zenginlikten düşmüş, ülkesinde yasaklı bir babanın oğlu olmak; buna rağmen fakirlik içinde zengin gururuyla yaşamak, o çelişkide kendi ekmeğini kazanmak için değişik işlerde çalışmak zorunda olmak, sevdiğin işi yapmak için hepsinden caymak, hapislere düşmek, baban gibi yine düşünce meselesinden rejimle çelişir olmak, Adanalı olup da Adana'nın güneyinde bir ülkede çocukluğunu yaşamak ama ölümünün taa Sofya'da denk gelmesi. Ya da bana öyle geliyor, ne bileyim.

Türk sinemasında son yıllarda film artışı mevcut. Bu sevindirici bir haber ama bi o kadar da dediğiniz gibi "seyirci ne versen yer" mantığıyla ticari kaygı ön planda olarak savsaklama filmler de yok değil. Büyük filmlerin özellikle reklamsal olarak küçük filmleri yuttuğu gerçeği var. Mesela çok beğendiğim bir film olan " Başka Dilde Aşk" 2 hafta bile gösterimde kalamadı. Bir de çoğu kişi de hala "ben sinemada Türk filmi izlemem" mantığı hakim. Etrafımda o kadar çok insan var ki. Bazı filmleri gördükçe buna hak vermemek elde değil ama kurunun yanında yaşın da yandığı bir gerçek. Ben büyük şehirlerdeki yaşamlar dışında, Türkiye gerçekliğini her açıdan ortaya koyan bir ülke belgeselinin olmasını isterdim. Hem başka hayatları tanımak hem de ülkemizi daha iyi keşfetmek adına önyargıları kıran, vicdan duygumuzu ve yardımseverliğimizi arttırmada etkili olacak bir film.

O kadar guzel bir yazi olmus ki gun ortasinda isimi birakip okudum sonuna kadar. Ben en cok Köy Enstitüsü fikrini sevdim, cunku bu ulke insanlarinin ilhama ihtiyaci var.

çok birşey demeyeceğim ama sonAt adlı bültenin ilk sayısında mavi gözlü dev'in doldurduğu/dolduramadığı şeyle ilgili bir yazı vardı. nazım özelinde değerlerin artılanması gibi.

Türk Sineması hikayesini arıyor olabilir ama Türk Yapımcıların 'hikaye' aradıklarını söylemek çok zor.

Basit karakterler üzerine inşaa edilen filmlerin günümüzde ne kadar popüler oldukları ve yapımcılarına ne kadar para kazandırdıkları ortada.En basitinden Recep İvedik serisinin ilk iki filminden elde edilen hasılat 66 milyon dolardı yanılmıyorsam.İnanıyorumki bu iki filme yatırılan para 1 milyon doları geçmez.Durum böyle olunca,yapımcılar 'garanti para' peşinde olduklarından haliyle yukarıda bahsettiğiniz alanlara öncelik vermiyorlar doğal olarak.

Yazıda adı geçen filmlerden birisine bakalım.Mavi Gözlü Dev'i izleyen seyirci sayısı 276.295

Herşey ortada değil mi ? Ben Türk Sineması'ndan pek birşey beklemiyorum artık.

merhaba
bu yazınızı çok beğendiğim için ocak ayının en güzel blog yazıları listeme aldım.
bkz: http://cubukmakarna.blogspot.com/2010/02/ocak-aynn-en-guzel-blog-yazlar.html

"Fil Uçuşu"nu severek takip ediyorum… Geçenlerde yeni yeni alışmaya başladığımız sosyal ağ "twitter"da Türk sineması hikayesini, senaryosunu arıyor başlığı altında fikirlerimizi paylaşmıştık. Benim fikrimi blogunuzda yazmanız çok mutlu edici. Hikayenin detaylarını ben de çok fazla bilmiyorum ama futbol maçında tarafı olduğu takım için olabildiğine bağıranların aklından eminim bir gün kadrolu devlet sanatçısı olacakları geçmiyordu… 🙂
Sevgilerimle..
Ecesu.

YAzı gerçekten çok güzel olmuş. Soruyu twiter'da kaçırmışım ama gelen cevaplara ayrıca dikkat etmek gerekli sanırım. Hep bir biyografi var insanların aklına. Hem merak ettiğimiz ama bir türlü tam bilemediğimiz insanların hikayelerini görmek istiyoruz. Demek ki kerkez bir kılavuz arıyor hayatında. Daha doğrusu kendi kılavuzunu diğerleri ile paylaşmak ve çoğalmak.Biraz da o kılavuzu farklı bir gözen bir daha görmek, tanımak ve bilmediklerini öğrenmek.
Hani bu yazı bana Türk sinemasının gidişatı ve arayışı hakkında önemli bir fikir verirken diğer taraftan yaşayışı hakkında da bir fikir verdi. Sanki o kadar kaybolmuşuz ki kendi hayatlarımızda o hayatın içinden bir hikaye bulamıyoruz ve bir kahraman kılavuzun hikayesi ile hayatımızda el değmemiş ya da bize ait bir renk yakalama telaşındayız. Belki de bu durumun kendisi bir film hikayesi olabilir. Ne dersiniz?
Ellerinize sağlık…

Toplama koro üyeleri 5-6 sene önce emekli oldularsa hala hayatta olmalılar..Ütopik olacak ama akla başka bir fikri getiriyor bu hikaye: Cumhuriyet kuşağı önümüzdeki yıllarda artık kalmayacak. Bu tip hikayeleri ortaya çıkarmak için bir sonraki nüfus sayımında nüfus memurlarının eline kamera verilse, 3-5 soruyla bu dönemi yaşayan insanlar çıktıkça anılarının videoya alınacağı bir mekanizma kurulsa…sonra kayda değer olanlardan bir belgesel yapılsa…90 yaş üstü 100 bin kişi kalmışsa, yine de ilginç hikayeler için güzel bir havuz olabilirdi…..sevgiler, irte..

Çok güzel bir yazı olmuş sayın Kopan bir fikir de benden çıksın olurmu ;

Sizin çok uzak olmadığınız bir mesleğe Türkiyede Türkçe Dublaj üzerine muhteşem bir film olmaz mı sizce. Eminim siz bile sesinizi duyan(Doktoooor 🙂 insanların verdiği şaşırma ve zevk alma tepkilerinden bıkmışsınızdır.

Birde bunu neşeli bir sinema dili ile anlatılmış , dünden bu güne güzel bir hikayede halkın önüne koyduğunuzu düşünsenize , hatta o kadar da uzağa gitmeyelim bu konu üzerine bir bölümlük gece gündüz bile reytingi çiynemezse , beni tükürsün emi 🙂

bir yorum bırakın