17 Şubat Perşembe sabahı, saat 10.30 civarında, Taksim’de Gezi Pastanesi’nde çekildi bu fotoğraf. “Fotoğraf çektirmeyi pek sevmiyorum ama blogum için lazım,” dedim. “Çok zaman ayırabiliyor musun bloguna?” dedi, “Elimden geldiğince,” dedim. Gülümsedi. Önceliği twitter’a veriyormuş, “Çünkü bir blog yazarı olmak için çok tembelim,” dedi. Ben de güldüm.
Fotoğraf makinesinin karşısında benden çok daha rahat bir adam Alain De Botton. Dünyanın birçok yerinde, birçok objektifin karşısında zaman geçirmenin bir sonucu olsa gerek. Kimileri ona “gündelik yaşam kılavuzu” diyor. Ben yine de, kimi zaman kurmacaya yakın duran bir felsefeci ve denemeci demeyi tercih ederim. Kimileri, birçok felsefecinin fikirlerinden bir karışım hazırladığını düşünüyor. Ben yine de, “bugüne dair” kimi konuları parantez içine alan, özgün çalışmalarını konuşmayı tercih ederim. Kimileri açıkçası oldukça ticari buluyor. Ben, hele bir de tanıştıktan sonra, yaptığı işten para da kazanmak isteyen ama en nihayetinde günü gecesi okumak ve yazmak olan bir adam derim.
Alain De Botton’la 1999’da tanıştım. Ahu Antmen’in harika çevirisiyle YKY’den yayınlanan “Aşk Üzerine” ile. Altını çizdiğim ilk satırlarında “Elimizdeki verilere yüce anlamlar yükleyerek zamanı kendimizce öyküleştirdik,” diyordu De Botton. Kitabı büyük bir açlıkla, hatta açıkça söylemeli yazınsal bir kıskançlıkla okumuştum. Anlatılan kadar, hatta anlatılandan çok anlatının biçemine takıldığım çok yer olmuştu. Anlatılanın okur zihnindeki tartışmasını, bu biçemin belirlediğini hatta yönlendirdiğini düşünmüştüm. Ama bir yandan da kitabın felsefeyle ilişki kurarken kendini okurla aynı düzlemin dışına çıkarmadığının, gündeliğe dokunurken büyük resme bakmaktan uzaklaşmadığının da farkındaydım. Son sayfayı da okuyup bitirdiğimde, Alain De Botton sonraki kitaplarını merakla bekleyeceğim yazarlar listesine girmişti bile. (Üstelik Chloe’den de hoşlanmıştım.)
Sonrasında en beğendiğim kitabı “Felsefenin Tesellisi” oldu. Bu tartışmalı kitap Sel Yayınlarının sahibi İrfan Sancı’nın söylediğine göre, Türkiye’de en çok satan kitabı olmuş. Felsefenin akademik çevresi pek sevmedi De Botton’un bakış açısını. (Belki de yarım bırakılmış bir felsefe doktorasına rağmen, para kazanmaya başlamış bir isim olması da bu sevgisizliğin nedenlerindendir.) Sel Yayınlarının organize ettiği bir kahvaltı buluşmasında, masaya geçmeden “o çok bulanık new age alanından” hiç hoşlanmadığımı söyleyiverdim. “Bütün dünyada çok okunuyor ama,” dedi. Gülümsemesinden onun da benimle aynı cephede olduğu belliydi.
Kalabalık değildi kahvaltı. Hafta boyunca bütün televizyon kanalları, gazeteler, dergiler söyleşilerini yapmış, Alain De Botton’la işlerini bitirmişlerdi. Haber çıkaramayacakları bir kahvaltı buluşmasında ev sahipliği yapmak zor gelmiş olmalı. Doğru ya, ne işimiz var bizim sohbetle-dostça bir tavırla. Her “şeyden” bir “şey” çıkarmak dururken.
İşte tam da bu nedenle, tam da bazı sohbetler yerinde kalsın düşüncesi nedeniyle, o kahvaltı buluşmasında konuştuklarımızın bir kısmını yutmak isterim. Ama şunu söyleyebilirim: Dostça, neşeli bir buluşmaydı. Katılan diğer gazeteci arkadaşlar da, aynı samimiyette ve ilgideydi. Türkiye’den Orta Doğu’ya, bu ülkede gazeteci olmaktan dünya kitap pazarına, dünyada ve Türkiye’de en çok satan yazarlarla en iyi yazarlar arasındaki liste farkına, ekonomiye, savaşlara, dinlere kadar çok farklı konulara girildi. Meraklı bir çocuk gibi sorular sordu De Botton, verilen cevapları büyük bir ilgi ve hassasiyetle dinledi.
“Sana gelen bütün okur maillerini cevaplayabiliyor musun?” dedi bir ara. “Hepsine yetişemiyorum elbette,” deyince “Ben de aynı durumdayım, ne yapacağız peki bu konuda?” dedi. Dudak büktüm. “Küsmüyorlar mı sana?” dedi, sevilmemekten korkan bir çocuk gibi. “Mutlaka küsenler oluyordur, haklılar da, keşke yetişebilsem hepsine,” dedim.
Proust’la ilişkisini bildiğim için Jonah Lehrer’in “Proust Bir Sinirbilimciydi” kitabını okuyup okumadığını sordum. Görmüş ama okumamış. Tavsiyemi dikkate alacağını söyledi.
…ve daha başka şeyler de konuşuldu elbette.
“Bir sonraki buluşmayı Londra’da yaparız belki,” dedi.
“Belki,” dedim.
Okurlarınızı dert etmeyin. Sevgi arsızıyız biz; ayaklarınızın dibinde dolanan tek 3 bacaklı kedi gibi 'sev beni, sev beni' diye dolanırız. Bir kap su yeter, gıdamızı çöpten de temin ederiz. Susuzluğum giderildi mesela şimdi..
severek okuduğum iki kişi bir arada… bir kaç dakika boyunca sizinle birlikte Gezi'deymişim gibi oldum… Felsefenin Tesellisi
de Botton'un ilk okuduğum ve benim de en fazla beğendiğim kitabı.
cevap konusunda endişelenmeye gerek yok bence. çoğu zaman cevap değildir beklenen, sadece dinleyen bir kulak olsun ister insan…
evet, "sinirbilimci…" güzeldi. "proust projesi"nin derleme mantığına da ben bayıldım.
Sevgili Yekta Kopan, elbet ki bir takim seyler konustunuz, hepsini yazamadiniz, ozel ve geometrik sebepler yuzunden. Ama bu cumleleri eklemek niye? Halbu ki guzel dusunen bir adamsiniz. Yalin olmak daha iyi, fikriniz yalin belki ama tarziniz yeterince degil. Turkceye ne cok yakisir halbu ki yalinlik.
Alain de Botton'ı Statü Endişesi ile tanıdım, seyahat sanatı ile sevdim. Blogumda paylaşmak için hakkında bilgi edinirken Ekşi Sözlükte blogunuzdaki söyleşinizden bahsediliyordu. İyi ki paylaşmışsınız, teşekkür ederim.