Algıladığım dünyanın merkezinden sesleniyorum…

“Kediler Güzel Uyanır” için BirGün gazetesinde yapılan ve Yağmur Yağmur imzasıyla yayımlanan söyleşi…

“Beklenmedik bir anda, bir kitapla yaşadığın şaşırtıcı buluşma. Kütüphanede, rafta, çalışma masasında öylece durmakta, seni beklediğini bilmeden; zaten sen de farkında değilsin yaşanacakların. Karşılaşıyorsunuz. O senden daha cesur, sınırları yok. Sonrası kendiliğinden geliyor. Mutlusunuz. Hepsi bu.” Kediler Güzel Uyanır… Öyküler çok kısa ve yalın öyküler… Biçimsel anlamda öz, yalın ama yoğunluklu bir yapıt okuyoruz. Kitabın çıkış noktasından bahsedebilir misiniz?

Aslında Kediler Güzel Uyanır’daki öykülerin, daha önce Karakedi’nin Gölgesi isimli kitabımda okurlarla buluşan öykülerle kan bağı vardır. Öykünün şiire yaklaştığı bir tonda, yazarlığımın kenar süsleri dediğim metinlerle bir bütün oluşturmuştum o kitapta. Kediler Güzel Uyanır’daki kimi öyküler-metinler de yıllar içinde yayınlanmış ya da demlenmeyi beklemiş metinler. Ama birçok yeni öykü de var. İşte o öykülerin de yazılmasına giden süreç biraz sessizlik istediğim bir süreçtir. Daha az konuşan, daha çok boşlukların izinde bir okuma yolculuğu sunan öyküler yazmak istiyordum uzun zamandır. Olay örgüsünün giderek silikleştiği, dilin içinde eriyip gittiği öyküler yazmak için oturdum masaya. Sonunda yıllara yayılan bir üretim süreci sonunda ortaya çıktı Kediler Güzel Uyanır.

Öykü, Türk Edebiyatı’nda –romana oranla- daha az yapıt çıkaran bir tür. Bir edebiyatçının tür olarak ya da ifade biçimi olarak öyküyü seçmesindeki kırılma noktası nedir?

Yazma sürecimin de yazıyla ilgili düşüncelerimin de türler arasında sıkışıp kalmasını sevmem. Açıkçası kemikleşmiş bir seçim yok benim için. Daha önce roman yazdım, bir gün yine yazacağım. Ama şurası da bir gerçek ki, öykünün dil ve kurgu denemelerine daha açık bir tür olduğunu düşünüyorum. Edebiyatın oyun bahçesini seven bir yazar olarak, o denemelerin içinde yer almak benim için önemli. Öyküden vazgeçeceğimi sanmıyorum bu yüzden. Ayrıca bir nokta daha var; öykü hiç de az yapıt çıkaran bir tür değil bence. Olağanüstü kalemler var. Sadece öykü, sesine daha az kulak verilen bir tür. Ama bu sadece Türkiye’de değil, dünyada da böyle.

Öykülerde bir yandan kent insanının düştüğü çıkmazların incecik ayrıntıları, diğer yandan da çok dozunda nostaljik göndermeler var. Eskiye özlem hissiyatı –özellikle Anadoluhisarı, Piknik Havası gibi öykülerde- baskın. Zamanın geçirdiği evrimler ve insan yaşamındaki dönüm noktaları… İkisi arasındaki bağın yansımasını nasıl bu kadar kuvvetli aksettirebiliyorsunuz?

Ben sadece algıladığım dünyanın içinden konuşmak istiyorum. İçinden, mümkünse merkezinden. Eğer bu noktada okura kuvvetli bir hisle geçiyorsa duygularım, ancak mutlu olurum. Bu noktada da okurun algısının gücüne inanırım. Bir metin, ancak okurun algısında karşılığını bulursa edebiyatın kalıcı alanında yer bulur kendine.

Yapıtta şehrin müzikal tınısını yansıttığınızı düşünüyorum. İyi yazarların müzikle olan yoldaşlığında harfleri nota gibi işlemelerine aşinayız. Yaratım sürecindeki bu yolculukta nelerden besleniyorsunuz?

Bildiğim bilmediğim ne varsa her şeyden. Beni ben yapan her şeyden. Arızalarımla, yanlışlarımla, bilgisizliklerimle, ilgisizliklerimle, hayata karşı yenik düştüğüm anlarla her şeyden. Okuduğum kitaplardan dinlediğim şarkılara, sevdiğim tablolardan izlediğim filmlere uzun mu uzun bir kaynak listesi sayılabilir. Ama sadece bu kaynaklara değil, onlarla buluşma anlarımdaki farklı hallerime de odaklanmaya çalışırım yazarken. Dedim ya, beni ben yapan her şey.

Eserlerinizde hem hayatın içinden hem de hayatın taklidi olma tehlikesine düşmeden öz metinler yaratıyorsunuz. Fildişi Karası ve Bir de Baktım Yoksun’da da bu form dikkat çekiyor. Hayatla öykü arasındaki ince çizgi nerede başlar ve nerede biter?

Bir kurmaca metin, gerçek dünyanın verilerinden yola çıkılarak yazılsa bile, yazarın tercihleriyle sınırlarını belirler. Baktığımız manzarada ışığın nerelere düşeceğini yazarın bakış açısı belirler. Gerçeği anlatma iddiasındaki metinler hep şaşırtıcı gelmiştir bu yüzden. Orada kurmacayı küçümseyen bir ton vardır. Oysa kurmaca, yaşamdan daha zorlu bir yokuşa davet eder okuru. “Yaşam da kurgulanmalıdır,” diye yazmıştım… Oradaki bakış da bu söylediklerimin bir uzantısıdır. Bir kurmaca metin okunup, okurun algısında karşılığını bulduğu andan itibaren, yaşamın gerçekliğine katılmıştır zaten.

Kitapta Matruşka, Geometri, Matematik gibi öykülerde postmodern bir hava hissettim. Sayılar kullanılarak özel bir tarz yakalanmış. Proust, Pavese Nabokov gibi yazarlara kah alıntılarda, kah ise satır aralarında göndermeler var. Kimlerden ilham aldığınızı merak ediyoruz?

Az önce de dediğim gibi yazma sürecimde, beni ben yapan her şey çalışma masamın üstünde olur. Etkilendiğim yazarlar, kitaplar, müzisyenler, ressamlar, sinemacılar neredeyse her kitabımda adlarıyla sanlarıyla metnin birer parçası haline geldiler. Orson Welles’in Yurttaş Kane’ine saygı duruşunda bulunan İçimde Kim Var adlı romanımın sonunda künye vardır örneğin. Karbon Kopya adlı öykü kitabımda yapıyı tümüyle bu isimlerin üstüne kurdum elimden geldiğince. Kısacası okur-yazarlıktaki yol arkadaşlarım zaten her kitabımda yanımda oluyor.

bir yorum bırakın