Arkadaş Z. Özger’le 1983 yazında, Ankara’da, çok sevdiğim dostum Yasemin Erkan’ın verdiği fotokopi dosya sayesinde tanıştım. 1974 yılında yayımlanmış “Şiirler”in fotokopileri. O yaz boyunca, özellikle İkinci Yeni izlerinin rahatlıkla görülebildiği ilk dönem şiirlerini, bu şiirlerdeki ironiyi sıklıkla konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sanki çok yakın bir tanıdığımız, dostluğumuzun bir parçasıymış gibi adıyla anardık onu, Arkadaş derdik. Adının kendinden şiirli hali, daha sıcak bir bağ kurardı aramızda, o bizim arkadaşımızdı. Hemen ertesi yıl, 1984’ün Nisan’ında şiirler “Sevdadır” adıyla kitaplaştırıldı. Mayıs Yayınları’nın bu kitabını 16 Temmuz 1984’te almışım. Mavi kapağı çoktan soldu, ama her yıl arada bir raftan çıkarır, birkaç şiir okumadan bırakmam.
Tam adı Arkadaş Zekai Özger. 8 Ocak 1948 Bursa doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu mezunu. TRT Ankara bürolarında çalışmış.
Ölümüne giden yol hüzünlü. 1970 öncesinde okulunun polislerce basıldığı bir gün, çıkan olaylarda Arkadaş başına ağır darbeler alır. Aradan yıllar geçtikten sonra 5 Mayıs 1973’te sokakta ölü bulunur. Beyin kanamasından öldüğü belirlenir. Arkadaşları, ölümünü okulun basılması sırasında başına aldığı ağır darbelere bağlarlar. İşte böyle bir öykü. Ankara sokaklarında geçen, hüzünlü bir yaşam öyküsü.
Hüzün-ironi ekseninde gidip gelen ilk dönem şiirleri bireyci bulunur kimilerince. Doğrudur. Bu benim için şiirini daha da önemli kılan bir anlayıştır. Yalnız ve sıkışmış, öğrenci odalarında bunalmış, kendi bedeniyle hesaplaşmaktan korkmayan bir gencin, kendisi üstünden bir kuşağı okuması çabası, üstelik bunu içerik ve biçim açısından da maharetli bir şiir kurarak yapması, yaşama şiir penceresinden bakmaya çalışan biri olarak beni hep etkilemiştir. Özellikle “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”nda bu bireyci ve ironik tavrı çok keskindir.
yoksul ve utangaç bir müşteriyim ben
sizde güneş bulunur mu biraz/kaktüs alıcam
saksılarım yeşersin üç beş bulut verin de
çok üşüdü güneşten şizofreni olucak
çabuk olun lütfen dikenleri solucak
yanaklarım gobi çölü soğuk su içer misiniz
Şiirini kurarken gündelikten yola çıkarak özel bir imge dünyası kurar Arkadaş. “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”ndan aldığım örnekte görüldüğü gibi fiilleri konuşma diliyle yazar kimi zaman, sokağın dilini şiirine taşımaya çalışır, çoğunlukla noktalama işaretlerinden uzak durur. Bu tavrı hem şiirin akışını hızlandırır hem de en hüzünlü içeriğine bile bir sıcaklık ve bir bıyık-altı-gülümsemesi katar.
1967’de başlayan şiir yolculuğunda, dönemin siyasi ruhuyla da bütüneleşerek toplumcu bir çizgiye doğru kayar zamanla. Ancak toplumcu-slogan şiirlerin ve şairlerin aksine, bütün o siyasi atmosfere, yine kendi penceresinden, bireysel algısından, iç dünyasından bakmayı ve ironiyi elden bırakmaz. Zaten son döneminde yine tümüyle kendine döner. Örnek vermek gerekirse “Oyun Mat”daki toplumcu tavır, beni her zaman derinden etkilemiş, harika şiiri “Beyaz Ölüm Kuşları”nda içten ve kişisel bir çığlığa döner. Bu şiirle aynı günlerde yazdığı, “ölümü de bir giz gibi tutuyorum içimde” dediği “Merhaba Canım” ise dönemin ağırlaştırılmış toplumcu şiir söylemine naif ve yenilikçi bir cevap gibidir. (Bu şiiri, elimdeki “Sevdadır” kitabından, imlasıyla ve tıpkı yazımıyla aktarıyorum. Daha sonra şiirin iki dizesinin değişik halini okuduğumu da belirteyim: “hayat trajik bir homoseksüeldir / bence bütün homoseksüeller adonisttir biraz”.)
MERHABA CANIM
ben az konuşan çok yorulan biriyim
şarabı helvayla içmeyi severim
hiç namaz kılmadım şimdiye kadar
annemi ve allahı da çok severim
annem de allahı çok sever
biz bütün aile zaten biraz
allahı da kedileri çok severiz
hayat trajik bir homoseksieldir
hayat trajik bir homoseksüeldir
çünki bütün sarhoşluklar biraz
freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır
siz inanmayın bir gün değişir elbet
güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü
çünki ben okumuştum muydu neydi
biryerlerde tanrılara kadın satıldığını
ah canım aristophones
barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum
ölümü de bir giz gibi tutuyorum içimde
ölümü tanrıya saklıyorum
ve bir gün hiç anlamıyacaksınız
güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
düşüvericek ellerinizden ellerinizden ve
bir gün elbette
zeki müreni seveceksiniz
(zeki müreni seviniz)
Arkadaş, kendi şiiri üstünden psikanalitik yorumlar yapmaktan korkmaz. Üstelik bunu yaparken şiirle-şair arasına mesafe de koymaz. Her ikisinin öznesi bir olur zamanla. Şiirini, kendi sesiyle okumamızı ve giderek o seste kendi sesimizi duymamızı sağlar. Kendisiyle (ve şairiyle) hesaplaşabilen bir şiirin cesaretidir onu ilgilendiren; toplumsal hesaplaşmanın da bu bireysel yüzleşmeden doğacağı umudunu taşır şiirleriyle. Üstelik kimi zaman, “İğdiş Bedevi”de olduğu gibi, ironisini daha da koyulaştırarak. Bu hüzün-ironi ekseni, içinde korkutucu bir öfke de barındırmaktadır. Örneğin, bir aile-kuşak çatışması merkezinden patlattığı, baba-oğul, anne-oğul, annelik-kadınlık meselesini neşterlediği “Tamirat” şiirinin finalinde bu öfke kendini iyice belli eder:
ben işte bunun için
bir burjuva kuklasıyım, korkak
ve acemi bir militanım
hüzne ve yalnızlığa yakın
gördüm ki bir cuma gecesi ertesi
babamın eskimiş bürokrat ayakkabılarının tamiratına
nefretle vurduğu örsü ve çekici
öfkesini köseleden ayırdığı bıçak
açılmış bir gül gibi duruyor önümde
vur gülüm vur gülüm vur gülüm
vur sen de burjuva ayakkabılarının altına
artık ne soğuk damarlarımdaki ne sıcak
sadece bıçak gülüm sadece bıçak.
“O acemi militan”, Arkadaş Z. Özger, kaldığı yurdun faşistler tarafından basıldığı bir gece aldığı darbelerin bedelini hayatıyla öder. Şiirin bütün o toplumsal söyleme sıkıştırıldığı bir dönemde, cesurca çıkıp “sevişmeyi kendime göre seçicem” diyen şair aslında bireyselden yola çıkarak, toplumsalı kendi arızalarıyla yüzleştirecek kadar da cesur bir şiir kurmuştur. Üstelik bunu yaparken, kimi zaman, aynı dönemde beraber yazdığı-yürüdüğü şair dostları tarafından ötelenmekten de korkmadan.
Arkadaş öldüğünde 25 yaşındaydı. Söyleyeceklerinin çoğunu söyleyemeden öldürüldüğünde…
Şiirimize arkadaş olan adına gelince. O “faslı” da Sina Akyol’dan aktarayım:
Bir gün eve geliyor Arkadaş. Yokum.
Gitmek üzereyken,
– Yavrum adın ne?
– Arkadaş.
– Anladım arkadaşısın oğlumun. Ama adın ne?
– Arkadaş.
– Yavrum tamam… arkadaşısın. Ama adını söyle de seni falanca aradı diyeyim oğluma.
– Vallahi de billahi de adım Arkadaş.
Eve geliyorum ve annemle Arkadaş diye bir adın olup olmayacağı üzerine konuşuyoruz.
Adı Zekai idi. Ama kendi kulağına “Arkadaş” diye üflemişti adını.
Arkadaş Zekai Özger'e bende yer vermiştim blogumda.Bilmeyenler de bu güzel şairi tanıdı.tekrar okumak güzeldi…
militanlığın yek slogandan oluşmadığının, cesaretin ve kocaman bir dünyanın kısa özetidir Arkadaş.
“Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”
Sakalsız çağımızda
(Çıkmadığından değil, zamanı gelmediği için)
Tragedya nedir bilmeden,
Tragedyayı dikey yaşadığımız
Yatay zamanlar…
Senden öğrenmiştim Arkadaş'ı; çok iyi hatırlıyorum Yasemin'i ve o fotokopi dosyayı…
Ben de senin gibi, yeniden yeniden okuyorum Arkadaş'ı… Üstelik son zamanlarda bunu daha sık yapıyorum.
Altını çizdiğim bir çok dize var. Örnekse:
ne utancımı kuşanan bir sevgi
ne çirkinliğimi öpen bir kız
(Hüzün Mevsimi)
güneş (ki göğün orospusudur)
(Herşey Tekrardır Biraz)
Şöyle diyebilir miyim Arkadaş'ı küstürmeden: Arkadaş; "Fazlası olan bir Can Yücel" ve "Yarım kalmış bir Edip Cansever"dir…
Kaderi biraz Boris Vian'a benzer, karizması ise "üç fidan"ın toplamına…
Uzamıştır "orada" sakalları
Ve bir saatli bombayı ayarlar gibi
Buruyordur bıyıklarını
Zeki Müren'e göz kırparak…
Levent
o yurt odalarının birinde, kaçak kabloların gözetiminde tanışmıştım Arkadaş ile.(yaşıtımızdı ya ne gerek vardı soyadına)Bir keresinde beyazıt yangın kulesinden sesini İstanbul'a duyurma şansımız bile olmuştu. Ne keyif, o günü hatırladım.Dizelerde heyecanla buluştuğumuz bir ömür yaşıtım kalacak arkadaşları bir de. Teşekkürler!
sevgili yekta,arkadaşı ne çok sevdik. onu anlamayı o yaşta becerdiğimiz için kendimizi kutlamalıyız bence..biliyormusun 90 kadar zaman zaman yine açıp okurdum arkadaşı ve sonra ara verdim ama geçen yıl yeni baskısını gördüm ve yine aldım okudum..ama o fotokopi güzeldi dimi..şiirlerin bi sürü yerine kalın çizgiler çizdiğimiz…
Galiba bir tek fotokopi hayatlar yaşamayanların yazdıkları çoğaltılıp çoğaltılıp paylaşılmayı hak ediyor zaten.