Aronofsky: Ölümsüzlük ne yana düşer?

Odalarda dolaşmayı seviyor Aronofsky. Evlerin dış dünyaya kapalı odalarında ve karanlık koridorlardan ulaşılan –kimin kapısı kilitli- hafıza odalarında. Filmin bütün yükünü taşıttığı öznesiyle birlikte o odalarda bir aşağı bir yukarı yürüyor; bir çeşit bitmek bilmez tutukluluk hali, bir çeşit kişisel hapishane. Çoğu zaman kamerayı o öznenin tam da sırtına yüklüyor, hayatın bütün dertlerini taşıttığı kahramanının, sırtındaki kamerayla, biz izleyicileri de taşımasını istiyor.

Yakın durmayı seviyor Aronofsky. Hikayenin bir parçası olmamızı sağlayacak kadar yakın tutuyor bizi kahramanına. Onunla uzun yürüyüşler yapmamızı istiyor, onun kadar yorulmamızı. Onunla karanlığa –ve karanlıklarla dolu odamıza- kaçmamızı, onunla “kafa olmamızı”, onunla ölüme doğru ilerlememizi, onunla bir ringde ölümüne dövüşmemizi ya da bir sahnede ölümüne dans etmemizi. Onun sinir hücrelerine kadar yaklaştırmak istiyor bizi. İzleyicisini, kahramanının içine almak için o kadar yoğun bir çaba veriyor ki, bir süre sonra izleme anının kendiliğinden var olan nesnelliğindeki payandalar çöküyor, kahramanın korkusu ortak payda haline geliyor.

Korkuları seviyor Aronofsky. Bütün kahramanları yaşamdan ve ölümden aynı ölçüde korkuyorlar. Büyük yapının parçası olamamaktan korktukları kadar yapının içinde eriyip gitmekten de korkuyorlar. Bu ikililik hali içinde izleyicinin de eriyip gitmesini istiyor Aronofsky. Bu büyük salınımın, iki uçta olma halinin duyguları da alt üst edeceğini biliyor.
Melodramı seviyor Aronofsky. İzleyicisini kahkahadan çok gözyaşına yakın tutuyor. Ama bunun kaynağını, kaba bir duygu sömürüsünden çok, kahramanını düşünsel acının ortasına yerleştirmekle yapıyor. Öyle bir acı ki o, yönetmenin kadrajını bile belirliyor. Melodramla olan ilişkisi, giderek klişeleri zorlamaya dönüşüyor. Bilinenin üstüne bilerek gidiyor Aronofsky. Kimi zaman düşmüş bir yıldızı filminin baş kahramanı yaparak kişisel melodramı bile kurmacasının bir parçası haline getiriyor.

Fiziksel acıyı –en az ruhsal acı kadar- seviyor Aronofsky. Beden eriyor, ölüm geliyor, kemikler kırılıyor, tırnaklar düşüyor. İnsan bedeni (bu noktada kahramanla bütünleşmiş izleyicinin bedeni) çürümeye mahkum. Bu kaçınılmaz gerçek, yaşam-ölüm, gençlik-yaşlılık, güç-güçsüzlük eksenlerinde, izleyenin de bedeniyle hesaplaşmaya girmesine neden oluyor.

Kahramanının geçmişle kurduğu bağı (hatta hala geçmişte yaşıyor olma durumunu) seviyor Aronofsky. Ölüm korkusunun başka bir tezahürü olarak, genç ve güzel, genç ve başarılı olunan günlere özlem, kahramanın-hikayenin ve izleyicinin bir parçası haline geliyor film boyunca. Temel mesele dönüp dolaşıp ölümsüzlük isteğine dayanıyor.

Darren Aronofsky’nin Oscar yarışında birden çok kategoride adı geçen ve en iyi kadın oyuncu adaylığı (hatta zaferi) kesin gibi görünen son filmi Black Swan 25 Şubat 2011’de vizyona girecek.

Comments (11)

bu güzel yazıdan sonra hararetle bekleyeceğiz anlaşılan.. 🙂

seyircinin izlediği filmin ondan uzak olmadığını, her canını yakabileceğini ya da hayarını renklendirebileceğini hissini veren ve izleyiciyi o yumuşak koltuğunda rahatsız eden yönetmenleri oldum olası sevmişimdir ve Darren Aronofsky benim içi öyle bir yönetmendir…

——spoiler——
black swan gerçekten cok güzel bir film olmuş. hem kuğu kraliçe olmak istemesini hemde bundan ürkmesini cok güzel anlatmış. tam bir siyah beyaz karşıtlığı. karanlığın çekiciliği ve hırsı, beyazın ürkekliği ve kırılganlığı…

@B612 beklemek zorunda değilsiniz, sayın kopan gibi indirip izleyebilirsiniz.

spoiler içerebilir
black swan = masumiyet, mükemmelliyetçilik, hırs, tutku, şeytan ve melek zıtlığı, iç hesaplaşmalar, içgüdü, yalnızlık, azimle gelen başarı; kıskançlık, acımak.. kısacası başarılı bir anlatımla; insana dair her duygunun hastalıklı hali…

Çok etkilendiğim, çok özel bir film "Black Swan." Film üzerine yazdığım bir yazıyı da paylaşmak isterim.

http://cekmekaset.blogspot.com/2010/12/black-swan-siyah-beyaz-olum-yasam.html

Önce kendi benliğimizle, bizi bugüne kadar var edenlerle savaşırız ama en nihayetinde içte, en derindeki hırslarımız korkularımızla karşı karşıya gelince bizi aynaların bile artık tanımlayamadığı bir düzlemde saplantıların yoğurduğu ve içinde siyahın ve beyazın hüküm sürdüğü keşmekeş duyguların kollarına kendimizi teslim ederiz. Otokontrol dediğimiz şey söz konusu tutkular olunca pek de fazla işe yaramıyor gibi…Black Swan'ı pazar günü izledim. Dayanamayanlardanım. Hele son kırk beş dakikasını resmen birlikte oynadım. O denli içine alıyor insanı. Kesin bir şey var ki Natalie Portman En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alır.

Requiem For A Dream'den daha yumuşak bir film. Natalie olmasa ve Oscar'a aday olmasa daha bir iyi olabilirdi bence. Natalie genelde küçük rollerde ve narin kız rollerindeydi hep, bunda ipi göğüslemiş ama o naiflik duruyor. beyaz kuğu tamam ama siyahın daha kötü olmasını beklerdim. oscar filmlerini sevmem takip etmem ama yönetmen filmi olduğu için izledim.

aile baskısının psikolojik sorunları işlenmiş, spoiler vermeyelim daha da. 😀

twitter/photographis

son filmine yapılan yorum "the picture of dorian gray" i anımsattı bi an.. ilk fırsatta izleyeceğim black swanı da

Black Swan, Golden Globe'daki zaferini "En Başarılı Kadın Oyuncu Ödülünü Natalie Portman'ın alışıyla göstermiş oldu.

Black Swan benim için çok önemli bir film. Aronofsky'de artık çok önemli bir yönetmen. Gerek kamera kullanımı, gerekse karakterlere yüklediği acıyla tarzını Trier'e benzetmiş, önyargıyla yaklaşmışkım. Ama yok, Black Swan, bana yanıldığımı gösterdi…

Filmle ilgili yazım…
http://yigitkeskin.blogspot.com/2011/02/yaww-yaw.html

Leave a comment