Dün yoktu. Bugün var. Ama bugün var. Oysa dün yoktu, biliyorum. Aynı saatlerde, emin değilim ama belki de aynı saatte, aynı pencereden bakmıştım. Hava biraz daha kapalıydı. Beklenmedik sıcaklar iç bunaltan bir sise neden oluyor sabahları. Belki… belki sis yüzünden fark edemedim. Belki dün de vardı… Üşenmezsem –son günlerde çok üşengeç oldum- gider bakarım; dokunursam anlarım ne zaman yapıldığını. Kurumuşsa dün yapılmıştır. Hâlâ ıslaksa, boya elime bulaşırsa anlarım ki, gecenin bir ânında, ben kocaman yatağın sol tarafına büzüşmüş uyuyorken, rüyâlar…
yekta
Ahmet Ümit’i tanıyanlar ne kadar hoşsohbet bir insan olduğunu bilirler. İş için bir araya geldiğimizde bile laf lafı açar. Edebiyat, sinema, siyaset derken, konuda konuya atlar, zamanın nasıl geçtiğini anlamayız. Yine öyle oldu. Ama bu kez birkaç sorunun cevabını “Fil Uçuşu” okurlarıyla paylaşmak istediğimi söyledim. Yazmakta olduğu son roman “İstanbul Hatırası”ndan başladık, kriminolojiye merkezine alan dizilere kadar uzandık. Ahmet Ümit bu günlerde İstanbul üstüne bir roman yazmakta. Romanın adı “İstanbul Hatırası”. Bu şehrin kuruluşundan bu güne, yani M.Ö. 660’da Kral…
“Bir gece başını yastığa koyduğunda bir değişiklik rahatsız edecek seni; bir de bakacaksın ki gözlüğünü çıkarmayı unutup girmişsin yatağına. İşte o andan sonra gözlüklü bir insan olarak yaşamaya alışmışsın demektir.” Ne zaman böyle sözler söyleyecek olsa, bir elini, ağırlığını hissettirerek omzuma koyardı babam; gözlerini gözlerime diker öyle konuşurdu. “Rüyanda İngilizce konuştuğunu görürsen, artık yabancı dil konusunu halletmişsin demektir… Arkadaşını incittiğin günün gecesinde sıkıntıdan uyku tutmuyorsa, dostluğun anlamını çözdün demektir… Elindeki işi bitirene kadar uyumayı düşünmüyorsan, sorumluluk duygusunu edinmişsin demektir… demektir……
Birbiri ardına boy gösteren elektronik marketlerden birinin açılışı. Yorgun bedenini sağdan-soldan gelen darbelere karşı korumaya çalışan adam, haklı bir eylemin sözcüsü gibi konuşuyor: “İsyan ediyoruz! Böyle rezalet olmaz! Plazma televizyon almak için geldik, dört saattir aç-susuz bekliyoruz. Yetkililere sesleniyoruz! Açız! Açız!” Beşinci sınıf bir parodi değil bu; bir haber bülteni. Aptalca şakalardan daha aptal bir gerçekliği izliyoruz. Medyanın aynılaştıran diliyle… Birkaç gün sonra benzer bir haber bülteni Tekel işçilerinin direnişini aynı yayıncılık diliyle veriyor ekranlarda. Ortalama algıya “yattıkları yerde para…
Andrey Platonov’un hayat hikayesinde en çok ilgimi çeken nokta ölümü oldu: “Zorunlu çalışma kampından dönen oğlundan kaptığı tüberkülozun ilerlemesi sonucu 1951 yılında öldü.” Devrimin dinamikleri içinde inişlerle-çıkışlarla geçen bir hayatın hazin sonu. Oğlunun akıbeti elbette merak konusu… Platonov’un “İnek” isimli öyküsünde, bir başka oğlun, demiryolu bekçisinin ilkokul öğrencisi oğlu Vasya Rubstov’un, çocukluktan ergenliğe hatta erkekliğe geçiş sürecini okuyoruz. İki dünya ortasında bir noktada Vasya: Bir tarafta buzağısı hastalanan inekleriyle yaşadığı içedönük dünya, diğer tarafta trenle-teknolojiyle-trenin gittiği coğrafyalarla vücut bulan dışadönük…
Kesekağıdı yapmayı dedemden öğrendim. Gençliğinde geçirdiği bir kaza yüzünden iki ayağı da sakat kalmıştı; çift bastonla yürürdü. Gazetede yazardı. Ancak üç çocuğunu okutabilmek için ömrü boyunca ek işler yapmış; muhasebe kayıtları tutmak, özel ders vermek… Geceleri de okunmuş gazetelerden kesekağıdı yaparmış. İlkokuldayken seslendirme yapardım ancak buradan gelen para evin bütçesine katılırdı. İstediğim kitapları-dergileri alabilmek ise harçlığımın başarabileceği bir şey değildi. Tutkal yapmayı, gazeteyi firesiz katlayıp kesekağıdı yapmayı dedemden öğrendim. “Yaparken değil ama gazetelerdeki eskimiş haberleri okurken çok zaman kaybedeceksin,” demişti….