Yıl 1979. Ortaokula başlıyorum. İlkokul yılları boyunca aynı sırayı paylaştığım kadim dostum Levent Gönenç ile Pink Floyd tutkum da o yıllarda başlıyor.
1980’in ilk ayları. Eylül’de ülkenin üzerine çökecek karanlıktan haberimiz yok. Levent’le ilkokul sıralarını geride bırakmış, Ankara Namık Kemal Ortaokulu’nun bahçesine koşmuşuz. Aynı sınıftayız yine, aynı sırada. 1979’un son aylarında yayınlanmış olan The Wall albümünün, o meşhur şarkısı dilimizde: Another Brick In The Wall (Part 2). “Eğitim sistemine ihtiyacımız yok, düşüncelerimizi kontrol etmenize ihtiyacımız yok” diye bağırmayı pek seviyoruz. On iki yaşındayız ve bu çığlık bize güçlü bir isyan gibi geliyor. Ama o tek şarkıyla yetinmiyoruz. Albümün dünyasına girdikçe sadece Pink Floyd’a değil, müziğe dair bildiklerimizi temize çekmemiz gerektiğini anlıyoruz. Bir yandan Syd Barret dönemini öğreniyoruz, bir yandan da grubun bu albümle dağılmaya başladığı bilgisiyle sarsılıyoruz. Albümün kapak tasarımını ve illüstrasyonları yapan Gerald Scarfe ile tanışmamız zaten karikatürle yaşayan Levent’in hayatını değiştiriyor. (Bugün bile yazı stili Scarfe’in kaligrafisine benzer.)
1983 yılının mart ayında heyecandan yerimizde duramıyoruz. Dile kolay, Pink Floyd yeni albüm çıkaracak. Albümden iki şarkı, bir önceki yıl piyasaya çıkmış, dedikodular alıp başını yürümüş durumda. İnternetin olmadığı, yabancı kaynaklara ulaşılamadığı o yıllarda bilgilere daha çok Ankara’nın müzik uleması abilerimizden ulaşıyoruz. Gelen haberler üzücü. Yeni albümde Rick Wright yok diyorlar, Nick Mason grupla arasına mesafe koymuş diyorlar, Pink Floyd dağılıyor diyorlar. Roger Waters ile David Gilmour arasındaki fikir ayrılığının boyutundan henüz haberimiz yok ama durumun kötüye gittiğini anlayabiliyoruz.
Derken albüm çıkıyor: The Final Cut
Hemen bu noktada bir itiraf. O yıllarda müzik konusundaki en önemli okullarımızdan biri Yavuz Aydar ve Şebnem Savaşçı’nın TRT3’te hazırlayıp sunduğu efsane radyo programı Stüdyo FM. Her yayını dinliyoruz, kaydediyoruz, tekrar dinliyoruz, üstüne konuşuyoruz. Tabii The Final Cut’ın da ilk kez Stüdyo FM’de çalacağı haberini alıyoruz.
Bu haber Levent’le benim için inanılmaz. Kimin fikriydi bilmiyorum ama o yıllarda TRT’de spiker olarak çalışan ablam Yeşim Kopan’dan tahmin edeceğiniz şeyi istiyoruz. Karşısına dikilip 60’lık Raks marka bir kaset uzatıyoruz ve “Lütfen buna albümü çektir” diyoruz. O yıllarda kasetler var ve plaklar bu kasetlere kaydediliyor, yani çekiliyor.
Yavuz Aydar, normalde böyle şeyler yapan biri değil. O albümlerin kayıtlarının stüdyo dışına çıkması zor. Ama ablam ne yapıp ediyor ve albümün bir kısmını kasede “çektiriyor”. İçi “The Final Cut şarkılarıyla dolu Raks kasedi aldığımızda mutluluktan havalara uçuyoruz ve hemen Levent’lerin Tunus Caddesi’ndeki evine koşuyoruz. (Geçenlerde bir Ankara ziyaretimde o evin önünden geçtik; aynı bina, aynı atmosfer. Ama aradan kırk sene geçmiş.)
Levent’in odasında The Final Cut albümünü dinliyoruz. O güne kadar ezberlediğimiz Pink Floyd değil bu dinlediğimiz. Ama ya çıkışına tanık olduğumuz bir albüm olmasından ya da çoğu kişiden önce sahip olmamızın yarattığı şehvetten dolayı çok seviyoruz. Sevmek için tekrar tekrar dinliyoruz. Sözlerini anlamaya çalışıyoruz. Bir-iki yerini hemen ezberliyoruz.
Sonraki yıllarda Pink Floyd üstüne ne bulursam okuyorum. Londra’daki sergilerine gidiyorum. Roger Waters konserinde Levent’le birlikte şarkıları söylüyorum. Bütün bu süreçte The Final Cut, en zayıf halka olarak dikiliyor karşımıza. Ama ben yine de Tunus Caddesindeki o evde, o ilk dinleyiş anındaki duygumu kaybetmiyorum. Seviyorum o albümü.
Bazı albümlerin, kitapların, filmlerin, konserlerin kişisel hikayeleri var. O hikayeler, sizin kurduğunuz ilişkiyi de değiştiriyor. Müzik tarihi The Final Cut albümü için ne derse desin, benim kişisel tarihimdeki yeri farklı.
Pink Floyd başımıza gelmiş en güzel şeydir. Albüm seçmek evlat seçmek gibidir, seçemem ama Final Cut’a platonik aşkım vardır. The Fletcher Memorial Home, sakinleri değişse de hayali bile güzel bir ütopyadır. Şahanedir.