Berlinale Notları.02: Variety’ye kapak olmak!

Berlin.
“Kimse Geceyi
İstemez/Nobody Wants the Night” ve “Çöl Kraliçesi/The Queen of Desert”
filmlerini izleyemedim. Açılış filmi olması nedeniyle ilkiyle ilgili çok sayıda
haber okuduk. Isabel Coixet’nin filmi, Juliette Binoche’un oyunculuğuyla alkış
toplamayı amaçlıyor. Basın toplantısına kıyısından yetişebildiğim “Çöl
Kraliçesi/The Queen of Desert” ise Werner Herzog imzasını taşıyor. Nicole
Kidman ve James Franco’yu Berlin’e getiren film, kırmızı halısının görkemiyle
yetinecek gibi görünüyor.
Bu filmlerle ilgili
merkeze alınacak bilgiye, Esin Küçüktepepınar’ın Radikal’deki yazısından
ulaştım. (Burada öyle bir tempoyla koşturuluyor ki, Esin’i henüz göremedim ve
kendisini Radikal aracılığıyla takip ediyorum.) İki filmin yorumunda şöyle
diyor Esin Küçüktepepınar: “Gelgelelim,
ister kutuplar, ister çöl, bu kadınların öncü varlığı ‘erkeklere rağmen’
kafalarının dikine gitmekten fazlasını göstermiyor gibi. Nicole Kidman’ın
Gertrude Bell’i en azından gittiği yerin dilini adetini öğrenmeye çalışıyor ama
yöre halkının her iki filmde de senaryoya ve karakterlere hizmet ve rehberlik
etmekten başka vazifeleri yok gibi. Bu ‘öncü’ kadınların, gittikleri yerlerdeki
‘yöre’ kadınlarıyla hiç ilgilenmediklerini düşündürten senaryolar ise
oryantalist bakışın değişmediğine delalet…”
Yarışma
filmlerinden biri olan ve Guatemala’dan gelen “Ixcanul” bu bağlamda ele
alındığında, karakterleriyle dürüst bir ilişki kurmasıyla dikkat çekiyor. Jayro
Bustamante’nin ilk uzun metrajlı  imzalı filmi
17 yaşındaki Maria’nın, ‘burada olmak’ ve ‘orada olmayı istemek’ arasındaki
gelgitlerini abartısız ve içeriden tanıklıklarla anlatıyor. Zaten Bustamante,
hikayesinin büyük bir bölümünü büyüdüğü Kaqchikel halkının yaşadığı topraklarda
oluşturmuş. Filmin bu yerel dilde çekilmiş olması ve bölge halkını perdeye
taşımasıyla da dikkat çekiyor. Bütün bu izleyiciye iyi gelecek yönlerine
karşın, “Ixcanul”un yarışmada yüksek bir şansı olduğunu düşünmüyorum.
Festivalde “dünya yıldızlarının” az sayıda olması, renkli
basının pek hoşuna gitmiyor. Ama bu durum festival direktörü Dieter Kosslick’in umurunda değil. “Biz
dünyanın en çok izlenen ve en büyük ticari adımların atıldığı festivaliyiz,”
diyor. Haklı. Festival sarayındaki hareketlilik bunu kanıtlıyor bir anlamda.
Festival sarayı
deyince… Burada Variety, Screen, The Hollywood Reporter gibi uluslararası
yayınların, festivale özel günlük-ücretsiz olarak dağıttıkları edisyonları
herkesin elinde.  Variety’nin ikinci gün
edisyonu, “Türkiye Sineması” kapağıyla çıktı. Burada ilgi bir günde yanıp
ertesi gün sönüyor. Bunu bilen bakanlık yetkilileri dergiyle böyle bir reklam
anlaşması gerçekleştirmiş.
Variety’nin
kapağına anlaşma karşılığı çıkmamıza dertlenmeyelim. Sistem bu. İşler böyle
yürüyor. Önemli olan, bu sayede oluşan kısa süreli ilgileri, kalıcı hale
çevirebilmek.
Aynı derginin
üçüncü gün baskısında ise SE-YAP’ın yarım sayfalık ilanı dışında, Nick
Vivarelli imzasıyla yayımlanan üç sayfalık bir yazı vardı. Vivarelli, sektörün
2014’teki sayısal büyümesine ve uluslararası festivaller haritasındaki konumuna
odaklandığı yazısında genel bir değerlendirme yapmış.
Festivalin geniş
bir alana yayılması nedeniyle Türkiye’den gelen sinemacıları, sinema
yazarlarını görmek mümkün olamıyor. Buz gibi bir havada uzun yürüyüşler
gerektiren bir şehir Berlin. (Üstelik bugün dünden daha soğuktu.)
Bu tempo içinde
birileri gerçekten yorgunluktan ve yoğun çalışmaktan söz edecekse, birinci
sırayı başta Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre olmak üzere, Ankara Sinema Derneği
ekibine veriyorum.

Emine Emel Balcı, Faruk
Hacıhafızoğlu ve Derya Durmaz cephesinden gelecek haberlerle devam etmek
umuduyla…

Leave a comment