Bir şarkıya takıntılı olmak

Sonda sorulacak soruyu başta sorayım: Sizin “takıntılı” bir şekilde bağlı olduğunuz müzik parçası/şarkı hangisi?

Sonra da kendi durumuma geçeyim: Benim “Round Midnight” sevgimi gelsin Freud açıklasın…

“Round Midnight”ı bilirsiniz. Bir Thelonious Monk bestesi. Ama benim hikâyem Monk ile değil, Miles ile başlıyor.

Thelonious Monk

Miles Davis “Round Midnight”ı ilk kez 1955 yılında Newport Caz Festivali’nde seslendirir. Üstelik piyanoda, bu benzersiz eserin bestecisi Thelonious Monk ile birlikte. O kadar da değil; tenor saksafonda Zoot Sims, bariton saksafonda Gerry Mulligan, basta Percy Heath ve davulda Connie Kay vardır sahnede. Miles’ın bu besteyi çalışının o kadar da kolay olmadığına dair türlü şehir efsanesi anlatılır. Denir ki, geçer Thelonious Monk’un karşısında çalarmış. Her defasında “Hâlâ şarkının ruhuna giremiyorsun,” dermiş Monk. Sonunda bir gün “olur”u almış ve ustayla birlikte çalmış. Doğru ya da yanlış, onu bilemem, ama güzel hikâye. 

Sonra da Mart 1957’de yayımlanan stüdyo albümü “Round About Midnight”da çalar besteyi Miles. Bu kez kadro farklıdır. Basta Paul Chambers, tenor saksofonda John Coltrane, piyanoda Red Garland, davulda da Philly Joe Jones. 

Miles Davis

İşte ben, yıllardır peşinden koşmayı bırakmadığım “Round Midnight” ile bu kayıt sayesinde tanıştım. On beş ya da on altı yaşındaydım, Ankara’daydım, âşıktım ve Arkadaş Z. Özger şiirleri okuduğum bir gün dinledim ilk kez. Yavuz Aydar ve Şebnem Savaşçı’nın anonslarıyla “Stüdyo FM”de dinlemişimdir belki. O değilse bile, TRT FM’in o unutulmaz programlarından birindedir. 

O gün, o melodiyi ilk duyduğum anda, ruhumun gıdıklandığını hatırlıyorum. Yanlış anlaşılmasın, romantik bir tanım bulmaya çalışmıyorum. Yaşadığım tam da buydu, gıdıklanmak. Bir yönüyle rahatsız eden, bir yönüyle güldüren ama  mutlaka “dokunan” bir duygu. 

Dinlediğim ilk caz parçası değildi elbette. Ama beni daha önce hissetmediğim bir yerden avcunun içine almıştı. Çocukken müzisyenler gelirdi evimize. İçlerinden biri, özellikle dikkatimi çekerdi; Erol Pekcan. Babamın arkadaşıydı. Onun geldiği günler, evdeki seda farklı olurdu. Dinlediklerimin bazılarından sıkılır, bazılarını neşeli bulurdum. Ama beni asıl etkileyen, Erol Pekcan’ın bir parçayı dinlerken yüzüne yansıyan mutluluktu. Müzikle bütün olmak böyle bir şeydi demek ki.

“Round Midnight”ı ilk dinleyişimde, Erol Amca’nın neler hissettiğini anladım. En azından anladığımı sandım, bu bile büyük bir adımdı benim için. O güne kadar susamışçasına Pink Floyd, The Beatles, Rolling Stones, Deep Purple, The Doors falan dinleyen ergenin önünde yeni bir sayfa açılıyordu.

Bir müzik parçasına tutkuyla bağlanmak. Giderek saplantılı bir ilişki kurmak. O parçanın izinde yürümeyi görev edinmek. Kafayı takmak. Nasıl tanımlarsanız, kabulümdür. Dedim ya, bir insanın ergenliğinde bir şarkının müptelası olma halini, gelsin Freud açıklasın.  

Thelonious Monk’un 1944 kaydıyla dünyaya dinlettiği olağanüstü parçası “Round Midnight”ı aslında 1940-41 arasında yazdığı bilinir. Harry Colomby, üstadın şarkının ilk versiyonunu 1936 yılında, henüz 19 yaşındayken yazdığını söyler. Bugün kadar 500’den fazla sanatçının, 2000’den fazla kez yorumladığı bir şarkı; tam sayıyı bilmiyorum. Bu albümlerin içinde Bernie Hanighen’in yazdığı sözlerle kaydedilmiş versiyonları da var. Başta Miles Davis’in yorumu olmak üzere, çok sayıda yorumu yıllardır dinleniyor. Her yeni yorum, her yeni dinleyiş farklı yerlere götürüyor insanı. 

Chet Baker

İlk dinlediğim yıldan bugüne, ulaşabildiğim bütün kayıtlarını dinledim. Bazılarını arşivledim. Bazılarının özellikle peşine düştüm. Bu yazı için “en sevdiğim Round Midnight” yorumlarını listeleyeyim dedim; içim elvermedi. Ama birkaçını yazmak isterim: Ella Fitzgerald, Wes Montgomery, Chet Baker, Esbjörn Svensson Trio, Bill Evans, Keith Jarret & Charlie Hadden ve elbette Thelonious Monk… İsteyen listeyi kendince tamamlar.

Bir de Bertrand Tavernier’nin imzasıyla unutulmaz film ‘Round Midnight var. 1986 tarihli filmin başrolü bir başka caz devi Dexter Gordon’a emanet. Müzikler de Herbie Hancock’a emanet. Nefis filmdir.

Kişisel hikâyeme dönelim…

1988 yılında 16.İstanbul Müzik Festivali’nin listesi açıklandığında, o yıllarda hâlâ Ankara’da yaşayan beni bir heyecan aldı. Miles Davis, Harbiye Açıkhava sahnesinde olacaktı çünkü. Rotam belliydi: Mavi Tren, Haydarpaşa, şehir hatları vapuru, AKM’nin önünde arkadaşlarla buluşmak, Emek Sineması’nda bir film izleyip zaman geçirmek, gün boyu Beyoğlu’nda takılmak ve akşamına Harbiye Açıkhava Sahnesi’nin en arka sıralarında heyecanımı sığdıramadığım bir yer. Sahi bu saydıklarımın kaçı kaldı kültürümüzün şimdiki zamanına?

“İstanbul Müzik Festivali ve sonrasında İstanbul Caz Festivali’nde izlediğin en iyi konserler hangileriydi?” diye sorarlar bazen. Her seferinde net cevaplar vermekten kaçınırım. O harika konserleri birbirleriyle yarıştırmak istemediğim için. 1988 Miles Davis konserinin, yapmaktan kaçındığım o listede her daim olacağını söylememe gerek yok sanırım.

Yine gideceğim konserlere. Yine sevdiğim konserlerde, gözlerimi kapayıp Erol Pekcan gibi kendimi vererek dinleyeceğim parçaları. Bir müzik parçasına “kafayı takmak” nedir diye düşünmeden, bunu hayatımın bir parçası kılarak.

Bir kitapla başlıyor okurun yolculuğu. Sinemasever, kendisini dev perdede büyüleyen o ilk filmi unutmuyor. Bir tablonun karşısında saatler geçirdikten sonra, iflah olmaz bir sanat tutkunu olabiliyor insan. Tiyatro salonundan içeri ilk girdiği anı hatırlıyor kişi, biletleri saklıyor hatta. Bir şarkının, ilk birkaç notasında kaybolup gidiyor ya da. O notalardan örülü bir yolda ömür boyu yürüyeceğini bilerek.

Benim de müzikal takıntılarımdan biri “Round Midnight”.

Varsın olsun. Hayat böyle güzel…

Leave a comment