Bir şarkıyı nasıl anlatırsınız?

 

Çalıntı dergisinden çok şey öğrendim. Okuru ve -kısa süreliğine de olsa- yazarı olarak. Bilgi dağarcığıma kattıkları sadece müzikle sınırlı değildir elbette. Edebiyattan resme birçok konuda hem derginin hem de o yıllardaki sohbetlerin, okuma-dinleme listelerinin katkısı vardır. (Metin Solmaz, Suat Bilgi ve Semih Aközlü’nün kulakları çınlasın.)

Bir ara dergiye albüm eleştirileri de yazmak istemiştim. Van Morrison’un bir “Best of…” albümü yayınlanmıştı o aralar, “Bunu yazar mısın?” dediler. Morrison’u dinlerdim, “Yazarım,” dedim. Oturdum kaseti dinlemeye başladım. (“O zamanlar kaset dinlenirdi,” dememe gerek yok herhalde.) Kendimce bazı notlar aldım, sonra da yazmaya koyuldum. Ama birkaç kelime ilerlemeden tıkandım, kaldım. Sorun şuydu; az sayıda Türkçe müzik dergisinin olduğu o günlerde kendime bir üslup pusulası bulamamıştım. Bir müzik yazısı nasıl bir dille yazılmalıydı? Dönüp dolaşıp klişelere takılıyordum. Sonunda nasıl bir yazı ortaya çıktı hatırlamıyorum. Ama dergide gördüğümde beğenmemiştim. İçime sinmemişti.

Bir daha müzik albümü tanıtım yazısı yazmadım. Eleştirisi demek zaten haddime değil. Ama haddi olmadığı halde kendisine müzik yazısı (üstelik müzik eleştirisi tanımlamasıyla) diyen çok sayıda metin okudum. Hatta bir-iki kere bir albüm için kullanılan klişelerle, bir başka albümün tanıtımının da yapılabileceğini gösteren yazılar yazmaya çalıştım. Sonra bu ukalaca tavırdan da vazgeçtim. (Elbette çok sevdiğim müzik yazarları ve gerçek müzik eleştirmenleri de oldu; benim lafım internet bilgileri ya da yabancı dergi çevirileriyle müzik yazarıyım –ya da sinema yazarıyım- diye geçinenlere…) Sadece bir dinleyici olarak bu tip yazıların beni “engellemesine” engel olmaya çalıştım, o kadar.

Kimi zaman çok öznel yazılar okumak (ve yazmak) istedim. Basit bir düşünce vardı kafamda: Bir şarkı ya da albüm bütün o ukalaca ve bilgisiz satırlardan arındırılıp, sadece yarattığı duyguyla aktarılabilir mi dinleyene-okuyana? Ben dün gece şu şarkıyı dinledim ve sadece şunu hissettim demekten daha saf-inandırıcı ne olabilir? “Sınırları zorladığı bu albümünde… ezberleri bozarak… doğu ile batıyı birleştiren… yeni bir ses arayışına girerek… enstrümanında sınırları zorlamaktan korkmadan…” ve benzeri klişeleri kullanmadan, yukarıdan bakmadan, sadece dinleyici olmanın sakin cümleleriyle bir albüm tanıtımı yapılamaz mı? Müziğin eleştirisi konunun gerçek uzmanlarına, akademisyenlerine bırakılıp müziğin hissi en “doğrudan” haliyle paylaşılamaz mı? Bütün bu soruların kesin bir cevabı yok, olamaz da. Sadece arada sorarım o kadar. Ama bilirim ki, yayınlanacak bir yazı yazdığınız zaman, herkes bilginize hayran kalsın, cümlelerinize vurulsun istersiniz, samimiyet yok olur gider. Kalem ukaladır.


Lhasa De Sela öldüğünde aynı şeyleri bir kez daha düşündüm. Ne acayip geceler geçirmiştim onun şarkılarıyla. Sesiyle. Sözleriyle. Çok okumuştum. Şarap rengi olmuştum. Zaman denen şey, bir mücadele gibi geçmişti içimden. Kendi içine kapanan bir sözlük maddesi olmuştum. Aynı şarkı kimi gün tren raylarıyla başlayan bir yol, kimi gün siktir git’le başlayan bir küfür olmuştu. Lhasa ölmüştü, artık ben de yola dökülmüş bir küfürdüm.

Lhasa’nın ölümünden iki gün sonra, sadece bunları yazmak isterken, Eray Aytimur’un Radikal’deki yazısını okudum. Çalıntı’ya Van Morrison yazısı yazmak isteyen yeniyetme duygularım tekrar ayaklandı. Bırak yazmayı, tarif etmeyi bile başaramadığım yazıyı okuyordum işte.

“Işık ve karanlıktan aynı anda geçebilmek” diyordu yazısında Eray Aytimur. Benim için bir müzik dinleyicisi olmanın karşılığı bir yazının başlığı olarak karşımdaydı. Tek istediğim iyilik ve kötülüğün ortak bahçesini ararken ışıktan ve karanlıktan aynı anda geçebilmekti.

“Peki ya siz, en kişisel cümlelerinizle hangi albümü, nasıl tanıtırdınız?” diye sormak istedim müziğin ışığından ve karanlığından aynı anda geçmek isteyen herkese.

Kısa bir Kurt Weill bestesinde, uzun bir Sonny Rollins solosu gibi akıp gidecek metinleri merak ederek.

Yorumlar (39)

Jimi Hendrix – Valleys Of Neptune ;

Ölümünden bu yana yaklaşık 40 yıl geçti, fakat Jimi Hendrix'in stüdyo kayıtlarından oluşan son albümü bunca zaman sonra piyasaya çıktı.

Albümdeki her kayıt ayrı ayrı keyifli, adeta geçmişten günümüze gönderilen mektuplar gibi değerliler.

Yazınızı okurken kendi kendime beni farklı farklı etkileyen birsürü isim geçti aklımdan…
Ama en baskın isim the scorpions grubu Klaus meine'in yorumlarını dinlerken özellikle bazı parçalarda (still loving you, send me an angel) insanın içi taşar ya öyle bir heyecan …hani gözleriniz dolar çakmak çakmak olur ama ağlayamazsınız öyle tuhaf bir durum …
Sizin kadar iyi anlatamıyorum tabi ama twitterda görünce yazınızı bende paylaşmak istedim…
Albüm olarak The scorpions'un Berlin filarmoni orkestrası ile 2000 yılında yaptığı albümüde dinlemeyen varsa tavsiye ederim…

Olafur Arnalds – Found Songs

Kendisini geçtiğimiz senelerden bir kış gününde tanıdım. O günden beri vazgeçilmezlerim arasına girdi.

Aslında yaptığı müzik neo-classical/ambient tarzında diyebilirim. Hissettirdiklerini ise anlamlı ama tarifsiz olarak nitelendirebilirim. Odanızın ışığını kapatıp ya da loş bir hale getirip düşüncelere dalmanızı sağlar. Yavaş yavaş akan piyano sesi ve keman eşliği sizi hüzünlendirecektir.Aslında tam bir kış albümüdür. Pencereden dışarıyı seyrederken yavaşça düşen kar tanelerinin düşündükleridir müziğine yansıyan.Çıplak ağaçların ısınma isteğidir. Öyle sade bir yorumlaması vardır ki duyulan sadelik, zihninizde sade bir mevsim rengi oluşturur.Hiçbir şey istemezsem bile her yağmurlu İstanbul gününde, bir Moda Sahil gezintisinde, bir İstiklal Caddesi yürüyüşünde kulağımda bu albüm olsun isterim.

Benim hayatıma şöyle bir bakmamı, geriye dönüp düşünmemi ve gelişmekte olan olayları sorgulamayı öğreten bir albümüm oldu..tabi yakın zamandan bahsediyorum..geçtiğimiz yaz. Beck, hem sakinliğini koruyan hem de yaşanan onca şeyin farkına da varmış bir vokalle kaydettiği "Modern Guilt" albümü ile benden bir parça çoktan oldu bile. Gerek "Walls" gerekse albüme ismini veren "Modern Guilt", her biri ayrı güzeldir şarkıların.. Çok fazla söz söylenemez zaten ustalığını gün geçtikçe ortaya koyan sevgili Beck Hansen'e! Küçük yaşlarımdan beri var olan bu adamın günün birinde beni bu kadar etkileyeceğini aklıma bile getiremezdim..Hissettiklerimi çok da ifade edebildiğimi sanmıyorum ama belki o derse daha iyi olabilir: "Modern guilt is all in our hands…Don't know what I've done but I feel afraid"

B.

Kurban grubunun yeni albümü Sahip'in kişisel değerlendirmesi:

http://kokofrigo.blogspot.com/2010/03/sahip.html

Queen – Innuendo

Tüm zamanların en güzel veda albümü…
Freddie Mercury'nin dünyaya vedası, olağanüstü Queen dokunuşlarıyla…

Tüm sevdiklerine, kedilerine, hayranlarına tüm bir yaşamın hikayesiyle veda etmenin en güzel biçimi…

Şov hala devam ediyor…

Tarantino'nun Death Proof filminin soundtrack albümü üzerine yazmış olduğum nacizane bir inceleme yazısı

http://besibiyerde.blogspot.com/2010/03/biraz-dehset-biraz-erotizm-buram-buram.html

bir film müziğinden çok öte "ya evde yoksan" orhan gencebay a ait. lakin haluk bilginer in yorumuyla evini, yerini yurdunu arayan bir adamın hikayesia aslında… kaç sefer karşıma çıktığı önemli değil şarkının, hiç bir seferde yuvasına varamıyor bu adam.hep üşümüş, ceketinin yakalarını rüzgardan korunmak için kaldırmış, bir elinde sigara, yalnız, karanlık sokaktan bekar evine giden bir adamcağız geçiyor gözümün önünden…

Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende*

An gelir,
noktalamalar ezilir anlamların altında.
Sükût, sukut oluverir
kimse bilmez,
kimse bilmez…

*Mehmet Güreli – Kimse Bilmez (Hayyam kolajı)

Bütün bir insan hayatının gözlerimizin önünde canlandığı, yer yer hatta çoğu kez kendi yaşamımızdan da görüntülere rastladığımız bir albümden söz edilebilir bu başlık altında. Redd' in "21" albümü. 21, 21'in 21 şarkılık yaşam öyküsünü baştan sona bir bütünlük içinde anlatan konsept bir albüm. Gelmiş geçmiş en iyi Türkçe albüm hatta bence. Basın bülteni tadında da bir tanıtım yazıları mevcut üstelik;

http://4.bp.blogspot.com/_sQYEL5AFHdQ/SdZMNYTCvGI/AAAAAAAAAQg/wmGYaUzkzG4/s1600-h/21bultenLR.jpg

Joan OSBORNE 1995 yılında çıkardığı Relish albümünde yer alan One Of Us parçası. Sözleri pek bir aykırı düşse de yıllardır keyifle dinlediğim şarkıdır. Prince yorumuyla da seslendirilen şarkı daha iyi çıkışlar yapmıştı ancak Joan OSBORNE seslendirdiği şarkı beni daha fazla etkilemektedir.

Lynyrd Skynyrd – The Greatest Hits

Grubu başta "freebird" ile rolling stone dergisinin "Guitar World's 100 Greatest Guitar Solos" sıralamasında 3.sırada görmemle tanıdım. Şarkı ilk çıktığı yıllarda, yeni yeni trend olan punk dünyasında uzun solosuyla alay edilmesine rağmen, daha sonraki yıllarda gelmiş geçmiş en iyi sololar listesinde zirvelerde kalarak hak ettiği yeri almıştır. Sonraki yıllarda ise bu şarkının o efsane solosunu en çok sevdiğim filmlerin soundtracklerinde olduğunu farkedince tuhaf bir şekilde her defasında seyrettiğimde inanılmaz heyecanlandım(forrest gump,full metal jacket)-Ayrıca severek izlediğim my name is earl dizisinin bana göre en güzel bölümlerinde(soloyu duyuşumdan olsa gerek) sık sık bu şarkının solo kısmını duymak mümkün.-

Ama the greatest albümüne ulaştıktan sonra grubun sadece bu şarkısıyla efsane olduğunu söylemek kendimce biraz tuhaf olurdu."simple man" gibi bir şarkı var ki ne zaman kendimi bunalmış hissetsem, ne zaman ukalalık yapıp kendimi farklı hissetsem bu şarkıyı açıp hayatta en güzel şeyin doğal bir şekilde yaşamak olduğunu düşünürüm her dinleyişimde.üzerime garip bir şekilde burukluk dökülüp, kendi kendime kekremsi bir şekilde gülümserim her defasında. “Sweet home alabama” grubun en eğlenceli şarkılarından birisi olup, ilk dinleyişinizden itibaren, kendinizi manyetik güç etkisi altında kalmış hissedip koltuğunuza oturamıyacaksınız belkide, kendi kendinize dans edip terleyebilirsiniz tıp kı albümün diğer şarkılarından “whiskey rock-a-roller“, “call me the breeze” ve “gimme three steps” i dinleyişinizdeki gibi…

Bu albümü kısaca bir anekdotla özetleyecek olursak eğer; james hetfield 'e kendisine sorulan, hayatta dinlemeyi en fazla sevdigin 3 album nedir sorusuna verdigi tek cevaptır: lynyrd skynyrd'in tum albumleri…the greatest hits albümü de bu albümlerin en beğenilen şarkılarının toplamı ve kesinlikle müzik arşivinizde bulundurulması gereken bir albüm..

Mark Knopfler şiirlerini tek geçerim. Gerçek anlamda Rock müzik için şiir nasıl yazılır Mark Knopfler'dan öğrenilebilir. Dire Straits'li veya Dire Straits'siz tüm albümleri.

Loreena McKennitt – La Serenissima

SADECE 5 DAKİKA 54 SANİYE

Önce notaların büyüsüne kapıldım. Arka arkaya öyle bir sıralanmıştı ki notalar, her biri beynimden her bir kareyi fethediyor, bu fetih her bir kareme farklı anlamlar kazandırıyordu. Engel de olmuyordum. Bu kadar güzel başladıysa kimbilir sonrası ne kadar heyecanlı olurdu? Bu bile dinlemem için bir sebepti. Sonra çalgılar değişmeye başladı. Aynı notalar, bildik melodi, farklı çalgılarla kalp ritmime eşlik etti. Sadece tınıları değişmesine rağmen sanki başkaymış gibi dinlemeye devam ettim. Her notasını ezberledim artık bu şarkının. Neden çekici geliyor peki hâlâ? Alışığı olduğum bu melodiye farklı seslerin yorumunu merak etmem mi? Her çalgı aynı notalarla bana dönecekse seslerin farklılığının güzelliği nerede kaldı? Sıradaki sesin sahibini farklı melodiler duyma umuduyla ama bildik melodiyi duyacak olmanın çaresizliğiyle yine dinliyorum. Seslerin büyüsü öyle bir kaplıyor ki beynimdeki kareleri, asıl büyüyü, notaların büyüsünü gözardı ediyorum. Belki de bu çalgının sesini seviyorum önce. Ama yine aynı notalar, bildik melodi. Farklı tınılar yüzünden uzun zamandır bu şarkıyı dinliyorum. Ah "La Serenissima".

Hayat da böyle değil midir zaten?

Goldfrapp – Felt Mountain (2000)

Britanya'nın karanlık bulutlarından sıyrılan bir başarılı grup daha debut albümleriyle bizim toprakları aydınlatıyor. Folk, kabere, elektronik, pop gibi pek çok farklı türü klasik müzik ile harmanlayan grubun ilk single'ının ismi Utopia ki şarkı sadece ismi ile dahi albümün havasını yansıtmaya yetiyor.

Utopia canlı performans: http://www.youtube.com/watch?v=1EZTzRdU8po

hep seçim yapmakta zorlanırım ama sonunda mutlaka bir karar vermem gerekir.Interpol Antics hayatımın 2. kısmını oluşturmakta yani gelişme interpol'le gelişiyorum ve geliştiriyorum kendimi her dinlediğimde hayrete düşüren şarkı sözleri ve vokalin hemen yanı başınızda kulağınıza birşeyler fısıldıyormuş gibi üzerinizde bıraktığı etki ve insan yaşarken başka ne duymak isterki dedirten diğer bütün dinlediğim herşeye bir anda sırt çevirmemi sağlayan grup . .

Bir zaman, aşık olduğum çocuğa çok benzeyen bir adamın klibini izledim arkadaşımın bilgisayarına, daha 13 yaşındaydım o vakit! Zamanla sarışın çocuk önce şehirden sonra içimden gitti, ama benim o şarkıyı söyleyen adama hayranlığım onca senedir bir türlü bitmedi! JON BON JOVI ve "DESTINATION ANYWHERE" albümü! jon'un bon jovisiz yaptığı iki albümden biri olan Destination Anywhere" tüm albümlerine bayıldığım jon bonjovinin en içime işleyen, yıllar yılı her defasına can sıkıntımı eriten, güldüren, ağlatan albümü oldu! hiç bıkmadan usanmadan dinledim bu albümü, cold hard heart la ağladım, midnight in chelsea'da kendimden geçtim, every word was a piece of my heart la anılara gömüldüm! hala aşkla dinliyorum, 60 yaşında da torunlarıma dinleteceğimden zerre şüphem yok! 🙂 herkes bir kez olsun dinlesin, dinledikçe keyiflensin!

Beatles'ın 1968 yılında yayımlanmış single'ı "Hey Jude",Paul Mccartney'in yumuşak vokaliyle başlayıp çığlıklarıyla sona eren, dinlendiğinde insanın içini aynı anda hem hüzünle hem de umutla ve neşeyle doldurmayı başarabilen nadir şarkılardan birisidir.Sözlerindeki sadeliğin verdiği naiflikle ve muhteşem müziğindeki dinleyiciyi canlı tutan iniş çıkışlarıyla aklımızın, ruhumuzun derinliklerinde kendisine yer açar. İşte bu sadeliktir aslında "Hey Jude"u unutulmaz yapan. Belki de bu basitliğin derinliğidir karmaşık dünyalarımızda ihtiyacımız olan. Belki de hüzünlü bir şarkıyı alıp daha iyi yapabilmektedir asıl mesele. Mutsuz ve umutsuz olduğumuzda Jude kadar şanslı olabilmeyi bilmektir. İşte böyle güzel şarkıdır "Hey Jude". Sadece güzel olduğu için değil, 7 dakikalığına, baktığımız yeri daha güzel yaptığı için…

jay jay johanson ın 100000 years şarkısı, sevdiğiniz kişiye birden rock yıldızı kostumünü biçiveriyor. sizin gibi herkeslerin ona hayran kalması çok normal, onu sevmeyen ölsün. (ah bir sahip olsanız o sevgiliye, onu kıskanacaksınız belki ama… dünyadan yıldızlara ulaşmak ne mümkün) herkesin sevgilisiyle birlikte bir hayat planı kurmak da haddinize değil… 100000 yıllık bir "ancak uzaktan sevebilmeye" hazırsanız bu şarkı tam sizlik…

rock müzik dinlemeye başladığım 13-14 yaşlarımda tanıştığım bir gruptur Pearl Jam… Elbette Pearl Jam deyince ilk akla gelen şey ise 1991 çıkışlı Ten albümü… Şarkılarda duyguların patladığı, patladıkça sönmeyip daha da yükseldiği bir albümdür Ten. Rock/Grunge müzik seven herkesin bir anısı vardır ''Ten'' albümünde… Hangimiz barda "Jeremy" çalarken, çığlık çığlığa "Jeremy spoke in class today" diye eşlik etmedik, hangimiz "Black" de Eddie Vedder "i know you'll be a star in somebody else's sky, why, why, why, can it be oh can it be mine" diye bağırdığı yerde, gözyaşımızı tutamayıp, belkide böğüre böğüre ağlamadık, ya da hangimiz "i'm still alive" yolumuza devam etmedik… ve de once, even flow, why go, oceans, porch, garden, deep, release… Belki de bunların hepsini sadece ben yaptım… Ama en önemlisi "Ten", rock müzik tarihine ismini kazımış bir çalışma, arşivlik bir albüm, benim için bir klasik, yıllardır her dinlediğimde ben de aynı etkiyi bıraktı… Ben 25 yaşındayım, 50 yaşıma geldiğimde de dinlediğimde aynı duyguları yaşamak isterim…

dünyanın en cazibeli seslerinden biri jim morrison. dahice doldurduğu satırlar, robby krieger ile gitarda, john densmore ile davulda ki gerçek bir hayalperest, prodüktör, şair ray manzarek ile klavyede beden kazandı 'The Doors'
The Doors, grubun ilk albümüdür. doğum tarihimle kesişmiştir bi yandan bu albüm, 4 ocak 1967 dir piyasaya sürülen tarihi. bu albüm dünyanın en lezzetli albümüdür benim için. albümde yer alan her bir parça için uzun paragraflar oluşturabilirim. ray manzarek için özellikle 'parmak adımlarla cennet' diyebilirim. hazzı oldukça yoğundur. epiktir. hayaletlerdir. hep iyilerdi.

Alternatifi bir Kore filminde, en kritik sahnede, en kirilganlastigim, yutkundugum, huznumu yumru yumru bogazimdan asagi itmeye calistigim; hadi canim izlemem bir daha boyle filmler dedigim anda, cocuklugumu gencligimi ters duz eden o sesle tanismam ve arabesk muzigi kabullenmem daha dogrusu hakkini teslim etmem Kim Ki-duk'un Bin-Jip/ Bos Ev filminde oldu. Filmin sonunu bekleyip yazilar gozumun onunden hizla akarken sarkicinin adini yakalamaya calisiyordum aklimda arapca bir sarkinin, bir kore filmindeki tezatligi. Gun gecti filmin icindeki sarkinin yorumcusu olmaktan siyrildi ve melankolik, bazen saplantili bir ses oldu benim icin. Ilk dinledigim sarkisi 'Gafsa' idi ve sonrasinda James Brown'un 'It's a man's world' yorumunu dinledigimde uzerimdeki etkisinin tesaduf olmadigina inandim ve laf aramizda 'Mon Amie La Rose'un akustik, arabesk bezenmis "Natacha Atlas" yorumu hala icimi titretir….

1930'ların Paris'inde, yer altında bir gazino… Üç parçalı bateri, saksafon, kontrbas ve elektro gitardan oluşan caz grubu, birörnek takım elbiseleriyle müzik yapıyor. Büyük yuvarlak masaların etrafında smokinli adamlar ve yanlarında ekstra şık giyinmiş kadınlar oturuyor. Çoğunluk viski içiyor. Ortam duman altı. Solist kadın, kırmızı uzun bir elbise giymiş, önündeki eski Neumann mikrofona şarkısını söylüyor. Salonda görülebilen tek renk, o elbise. Tepedeki beyaz spot ışık, tam kadının üzerine çevrilmiş, altın sarısı saçlarını parlatıyor.

Kafamda canlanan görüntü budur, Christina Aguilera'nın "I Got Trouble"ını dinlerken.

Yıllardan 1996'tır; hani şu milli duygularımızı köpürten kardak krizinin patlak verdiği, Zeki Müren'in vefat ettiği, ilk dvd çalarların piyasaya sürüldüğü, susurluk ilçesinin o güne kadar belki de hiçbir ilçenin olmadığı kadar ülkenin gündeminde olduğu -o zamanlar bilmesek de uzun zaman da olacağı- yıl…
bir grup ismi: kumdan kaleler
bir albüm ismi: denize doğru…

ve söz onların: (kimi kendilerine kimi ise usta şairlere ait olmak üzere)

"kimi zaman bir çocuğum bir müzik kutusu başucumda ve ayımın gozleri saydam
kimi zaman gardayım yanımda bavulum yılgın ihtiyar
ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar"

"yanıma biraz hüzün biraz da düş alıp
gidersem bilki uzaklara uyar aklım"

"Bu ne senden ilk kaçışım
Ne de ilk düşüşün yüreğime
Ne bu serden son geçişim
Ne de son küsüşüm kaderime"

"Senden kalan her şey
Dökülür karanlığa"

"yeter ki sen son bir defa
özgürlükten bahset bana
yeter ki sen son bir defa
gör kendini gözlerimde"

nasıl ki "bir kentte sevdiğiniz biri yaşadığı zaman orası bir dünya olur" ise, bir albümde sevdiğiniz, onun mu sizi şekillendirdiğini yoksa sizin mi onu kendinize kattığınızı bilemediğiniz şarkılar var olduğu zaman, o albüm sizin bir parçanız olur.

p.s.: Yıllardan 2010'dur, insan başını iki elinin arasına koyup düşünmeden edemez gelişim adına, ilerleme adına, anın getirdiklerinin geleceğin getireceği güzelliklere kadar geçerli olduğu tezi adına söylenenlerin koca bir yalan olup olmadığını. O zamandan bu zamana değin hiç güzel birşey üretilmemiş olduğunu iddia etmek değil bu; bir çeşit sıtmaya razı olmayı reddetme tavrı…

çok geç tanıştığım bir şarkı aslında şimdi söyleceğim. oi va voi nin "yesterdays mistake'i. zaten şarkının ilk iki dizesi benim kendimi jiletlememe sebep oldu olacak 🙂 kesinlikle dinlenilmesi gerek. insanın hatalarını ve onların bugüne yansımalarını çok güzel bir dille anlatıyor. bir söz vardır ya birincisini yapan ikincisini de yapar gibi, tam da hatırlayamıyorum şu an o sözü. şarkı aslında o durumu anlatıyor, mütiş bir müzikaliteyle. sanırım daha çok kez dinleyeceğim bu şarkıyı.

Sabah ferahlığında müzik!
Bir sabah kıskanılacak derecede huzurlu bir sahneyle karşılaştım bizim kapının önünde. Terkedilmiş bir şiltenin üzerinde sabah güneşine karşı devrilmiş şekerleme yapan bir çift kedi. Bu kıskanılacak huzurun benzerini müzikleriyle ruhuma bahşeden bir grup olan Brazzaville’in büyük laflar edip esasen suya sabuna dokunmayan modern hayat eleştirilerine pek değer verdiği yok. Küçük şeylerle mutlu olan, gerçekten yaşayan insanlar var grubun “East L.A. Breeze” albümünde diğerlerinde de olduğu üzere. Yaşadığının kanıtı sadece kendisi olan, bir şeftali ağacının altından gördüğü güneşin ışığında yaşamıyla ilgili düşüncelere sevk olan… Durup düşünmeye, canı istediğinde güneşe karşı -sırf istediği için- yatmaya imkan buluşturan insanların dünyasını hatırlatan, “Star called Sun” şarkısı ile birinde Küçük Prens’in de var olduğunu düşündüğüm milyonlarca yıldızı barındıran albüm. İstanbul’un genç bir kadın olup yüzü düşüncelerle darmadağın, tek başına sabah vaktinde yola -kim bilir nereye- düştüğü, bir adamın Jesse James gibi ölmek istediği -kim bilir niye- bir albüm. Brazzeville’in bu albümü, insanı kendi ekseni dışında bir hayatın tanıklığına davet eden doğu sahillerinden buralara gelen bir esinti.

Farid Farjad ve Golha… Bu müziği dinlerken bende uyanan, gitmek arzusu… Nereye gidildiğinin önemi yok. Sadece gitmek.. Bütün rollerden sıyrılıp, bütün maskeleri çıkarıp gitmek.. Yol ve Golha…

avenged sevenfold – avenged sevenfold

eğer bu albümdeki bütün parçaları ben söylemiş olsaydım ne olurdu diye düşündüm. bir kere büyük bir kesimin cımbızıyla her kelimeyi irleyeyip istediği ana fikre ulaşması kaçınılmaz olurdu. Malûm görüntü pek de çetrefilli. ama orjinalin de öyle davranılmıyor mu?

lütfen perdeleri kapatın ve öyle dinleyin bu albümü. çünkü yıldızlar karanlık da parlar.

*ve eğer bu albümdeki bütün şarkıları ben söylememiş olsaydım'ı var birde bu işin. yani şuanki zaman dilimi. öyleyse ne yaptığımı özetleyeyim; suskunluktan ötürü dil yarası ve cenazem de bu albümden hangi şarkı çalınsın hesapları.
toy çığlıklar, bir ömür nasıl bu kadar boş olabilir ama nasıl da farketmeden dolabilir sorusunu bulup sanisesine kaybetme, sadece kimlik değiştirilerek yakınlan ağıt ama her ne olursa olsun bir yerinde dönüş yolunun yukarıya doğru uzanması.
bu albüm pek çok şey verebilir. isterseniz siz bol dövme, emo tarzı saç ve fuck kelimlerini alabilirsiniz. ya da maveni kazançlarla dolu günlerde yazılan fakat üstüne mecaz-isyan örtüsünün örtülmesi sebebiyle iğreti duran şarkıları. ama dinledikten sonra kulağınız da mutlaka birkaç şey asılı kalacak.

BEKLEYEN ŞARKI

Sizin için yola çıkmış bir şarkı,
Düşünülmüş gözleriniz üstüne.
İçin-için yaratılmış bir şarkı,
Bırakılmış yollarınız üstüne.
Sizsiz sizi yaşanılmış bir şarkı.

Seslerini uzağınız derledi,
Sözlerini kulağınız derledi,
Anlamını dudağınız derledi,
Sizsiz size uzanılmış bir şarkı;
Özlemini kucağınız derledi.

Özdemir Asaf

ümmü gülsüm ene fintizarak içimi titretiyor…..
ona teslim olmak zorunda kalıyorum ve onunla acı çekiyorum…

Albüm kapağının içinde tarih yazıyor, ondan biliyorum:2002 yılıydı. "Eylülü çeyrek geçiyor"du. Hafta sonlarımın geleneksel etkinliğini, " İmge'de kitap karıştırma" yı gerçekleştiriyordum.
İmge de sakindi o gün ben de. Sanki hayat her şeyiyle yolunda gidiyordu, içimdeki nehir o gün ferah feza akıyordu. Ne bir sarsıntı ne telaş.
Raflar arasında gezerken birden "Je ne veux pas travailler" diyerek sessiz sedasız dinleyicisini isyana teşvik eden şahane bir kadının sesini işittim. Bu ses, Edith Piaf’a selam gönderse de onun sesi değildi; ama onu özletmiyordu da. Küçük ölçekli şaşkınlığım giderek büyüdü. Nedeni, ardından gelen şarkılar: Que sera sera, La Soledad… Dilden dile yolculuk ediyordu kadının sesi ve her birinde ayrı bir ruha bürünüyordu. Anlamıştım şıp diye her dilin kişiye başka bir ruh verdiğini… (Albümdeki tüm şarkıları sevsem de “Je ne veux pas travailler” bende zamanla sloganlaştı. Masa başında çalışmaktan bitkin düştüğümde bu şarkı eşlik eder bana, kısa süreli bir isyankar olurum. Bir düş görürüm. İşe gitmem, sokağa çıkmam, yan gelir yatarım, evde tatlı talı depresyon oturması yaparım. Sonra düş biter, dönerim yine işe güce.)
Dakikalar sonra, şimdi artık orada çalışmayan İmge çalışanına art arda sordum:
“Bu ne? Bu kim? Nasıl bir albüm bu?”
Telaşıma, hemen gülümsedi, anımsıyorum.
“Biri demek doğru olmaz. Onlar bir grup: Pink Martini.”
‘Her şeyi bilen kitapçı’ların güven verici, bilge yüz ifadesi kıpırtısız duruyordu yüzünde. Eliyle albümü işaret etti:
“Bakın orada. Symphatique.”
Kahverengiye imrenen sarı tonlu bir albüm. Fonda Eiffel Kuşesi, önünde paten kayan çocuklar. Güzel şeyler çağrıştırdı bana. Hiç düşünmedim ki, hemen aldım. Eve gittim, defalarca dinledim deli gibi…
2005’te MEB Şura’ya geldi Pink Martini. İlk kez gelmişlerdi Türkiye’ye, yanlış anımsamıyorsam. Koşa koşa gitmiştim. Çok zarif, incecik bir konser vermiş, ne çok sevildiklerine kendilerine şaşırmışlardı. Hep bir ağızdan söylendi pek çok şarkı… Sonra sık sık gelir oldular, değil mi? İnsanın sevildiğini bildiği yere gelmekten yüksünmeyişi, onlarda da var gördüğüm kadarıyla.
Kafamda (pek çoğumuzun olduğu gibi) baştan sona ezber ettiğim albümler var, dinledikçe bir şeyleri, yaşamımın bir kesitini anımsatan… Fakat bu albüm ne hüzünlü bir çağımı ne kırık bir aşk hikayemi anımsatır bana. Sıfırdan, çağrışımsız, yüksüz dinleyebilirim onu her seferinde (Bu yaşlarda her şey bir başka şeyi anımsatıveriyor artık ne de olsa! Çağrışımsız yaşanmaz oluyor hiçbir şey.)
Verdiği iki şey için severim Pink Martini’nin Symphatique’ini ve bıkmam ondan. Çağrışımsızlık ve neşe!
Son söz: Ardından gelen Hang On Little Tomato albümleri de bana aynı duyguları yaşatır; hikmet albümde değil grupta herhalde!

''Tori Amos'' ve özellikle ''Little Earthquakes'', ''Under the Pink'',''Boys For Pele'' ve '' From The Choirgirl Hotel'' albümleri.
Gizli bahçesinden kendi düşsel ve bazen gerçek dünyama geçirip, kendine sıkı sıkı bağladı.
Tori'nin bağırmadan söylediği şarkılar kederli bir huzur dalgası yayıyor içimde her seferinde.
Kendi hikayelerini anlatıyor tüm samimiyetiyle. İşte bu yüzden yek bir beden haline gelmek anlam kazanıyor.
Piyanosuyla yaşadığı aşk, insanın içini ürpertir bir şölen gibi. Bu şölende kendinizden de hikayeler bulduğunuzda, Tori ve şarkıları ''bir ben var benden içeri'' tadında olmaya başlıyor.
Tori Amos, kısa ömrümün belki de en değerli varlığı. Çünkü sayesinde hiçbir antidepresana ve psikiyatra gereksinim duymadan iç dünyamdaki savaşlarda barış sağlayabildim.

pulp ın tüm albümleri bana gerçek hayatı gösteriyor. jarvis cocker'ın liriklerinde her türlü duyguyu buluyorum. bence o bir lirik ustası. spesifik bir albüm olarak da fleetwood mac'in tango in the night albümü hiç sıkılmadan dinlediğim ve her türlü duyguyu barındıran bir albümdür, farklı grup elamanlarının farklı şarkıları söylemesini, dinleyici açısından, olumlu bir konu olarak görüyorum. açıkçası tek bir albüm söylemek zormuş bunu anladım 🙂

Muse – Supermassive Black Hole.
Üslup kaygısı taşımadan anlatabileceğim bir şarkı. Bu lirikler, ancak bu seslerle ifade edilebilir diyorum kendi kendime. Her dinleyişimde , aslında birilerine anlatmak istediklerimi keşke bu şarkıyla anlatsaymışım diyorum. Sözcük sarfiyatı yapmadan, notalarla…

fleet foxes 'ın mykonos şarkısını, en yakın arkadaşının sonsuza kadar senden uzak kalmasına karar verdiğin zaman hissettiğin o buruk ama sakin anın şarkısı olarak tanımlardım.

Eric Clapton – Unplugged

mtv nin unplugged konserlerinden biri olan bu konser albüm olarak da yayınlandı. Benim için öne çıkan 3 parçayı running on faith-san francisco bay-old love olarak sayabilirim. Öne çıknlar haricinde tamamen ayrı bir klasmana oturtulması gereken, gelmiş geçmiş en güzel şarkılardan biri olarak gösterilen layla'nın da akustik yorumu vardır burada ki onu bir sıraya koymak, değer vermek kanımca imkansızdır. Sadece layla için bile dinlenebilecek enfes bir albüm, sadece bir şarkı için dinlenebilecek bu albümde ray cooper gibi bir güzel insan var ve düşünün ki bu albüm Eric Clapton imzalı. Ne denilebilir ki

like a fool
i feel in love with you..

Redd-Prensesin Uykusuyum,
Önce siyah bir vazoda beliriyor her şey.Güneş durgun.Müziğin ardındaki güçlü ses(doğan duru'dan bahsediyorum)yavaş ritmini koruyor.Ses ilerledikçe ilerliyor…
Şarkının hareketli ritmine gelince ise siyah vazo kırılıyor,güneş yakıyor.Ses bütün sakinliğini bozup uykusundaki rüyayı görüyor.
not:Ne dediğimi daha iyi anlamak için,
http://vimeo.com/8077175

Pink Floyd Breathe

Pulse konserindeki kaydı.. her ne kadar Waters olmasa da, sözleri ve Wright ın klavye soloları, Gilmour un slayt gitarları ile her şarkıları gibi büyüleyerek başlar.. sözleri akmasa hayır demezsiniz.. Gilmour un o kadife sesiyle melodilerin arasında gezinen (özel efektleri de unutmamak lazım)o belkide en gösterişsiz ama en çıplak sözleri duyarsınız..

ondan sebeptir ki hayatı başka yerlerde arayanlardan, ne olduğunu unutup kendini Dünya'nın hakimi sananlardan, giydiği ayakkabıda, kullandığı teknede evrenin sırrı var sananlardan bunaldığın bir anda hatırlatır sana gerçekten "ne" olduğunu "ne kadar" olduğunu..

"Long you live and high you fly

And smiles youll give and tears youll cry

And all you touch and all you see

Is all your life will ever be."

bir yorum bırakın