Biraz öyle, biraz böyle…

Kimilerini hemen hayatımdan uzaklaştırmak istiyorum. Kimileri, eh işte dedirtiyor, okudum-bitirdim-iyiydi-ama o kadar. Kimilerini de tekrar okumam gerekenlerin arasına özenle yerleştiriyorum. Bir de gerçekten anlayana kadar bıkmadan okumam gerekenler var. Hemen belirtmeliyim ki; şu cümleyi kurarken kullandığım gereklilik sıfatından anında nefret ettim. Kitap okumaktan söz ediyorum; ne demek gereklilik? Okursun ya da okumazsın, seversin ya da sevmezsin. Kimsenin dayatmasıyla, entelektüel baskısıyla olacak iş değil bu; birine ya da bir şeye değil, kendine okursun.

Neyse ne! Bu aralar okuduklarımın da kimilerini sevdim, kimilerini sevmedim. Biraz öyle, biraz böyle…

Sevdiklerim

Sine Ergün adını, ilk olarak Faruk Duman’dan duydum. İkinci kitabı Bazen Hayat, Carver’dan bir alınıtyla açılmayı hak eden zihniyle, pırıl pırıl parlıyor önümde. Müthiş bir heyecanla okudum kitabı. etkileyici bir sadelik. Dünyanın en güzel lezzetlerinden birinin, fırından yeni çıkmış bir somun ekmek olduğunu hatırlatacak kadar sade ve kalıcı. Sine Ergün’ün 2010 tarihli ilk kitabı Burası Tekin Değil‘i henüz okuyamadım ama bunu okur şansı olarak görüyorum. Bir kitaplık heyecan daha var önümde. (Not: Her iki kitabının adlarını da çok beğendim.)

Önceki kitabın henüz okumadığım için kendimi şanslı hissettiğim, beni bekleyen iyi bir kitap olduğunu bilmenin heyecanını yaşatan yazarlar listesinde bir isim daha var: Per Petterson. Lanet Olsun Zaman Nehrine, nefis bir “hatırlama kitabı”. Klasik bir olay örgüsü akışı içinde, okuru anlatının gerçekliğinden uzaklaştırmayan, zaman geçişlerini ustaca kullanan bir yazar Petterson. Arvid Jansen’in bocalamaları içinde, kendimizi de kaybedeceğimiz bir dünya bekliyor bizi. Yazar, hafızanın ihtiyaç duyduğu boşlukları, okuruna güvenen her iyi yazar gibi zaman nehrine bırakırken, sakin ama görkemli bir roman koymuş ortaya. Anne-oğul hikayesi olarak ayrıca etkiledi beni.

Üniversite öğrenciliğim boyunca neredeyse her hafta sonu, en azından ayda bir kere “Yataklı”yla Ankara’dan İstanbul’a gelirdim. Dostum Derya Billur’la çok sayıda ve kahkahası bol anılar biriktirdik bu yolculuklarda. Ankara’daki Gar binasının ayrı anlamı vardı bizim için, Haydarpaşa’nın ayrı. Trenlerin, garların başrolde olduğu metinler yazmayı her zaman istemişimdir; belki bir gün… Kemal Varol derlemesi Memleket Garları‘nı okurken kişisel yolculuğumu çok düşündüm. Bir o baştan, bir bu baştan okudum kitabı. Biraz öyle, biraz böyle… Ahmet Büke, Behçet Çelik ve Haydar Ergülen metinleri, biraz daha iyi geldi ruhuma. Behçet’le Adana Tren Garı fotoğrafının atında -hem de bir yanımızda annesi bir yanımızda babası- rakı içmişliğimiz var. Farklı kalemlerle memleket garlarına yolculuk kaçırılmaz.

Sevmediklerim

Pilip Roth, Sokaktaki Adam ile sevdiğim bir yazar olmuştu. Ama Öfke için aynı şeyi söyleyemem. Kahramanın yolculuğu okurun gözüne sokulacak kadar abartılı bir şekilde sıkıştırılmış sayfalara. Ödül avcısı bir yazarın, planlı programlı metni gibi sırıtıyor bu yolculuk kimi zaman. Üstelik, bütün bu planı, plansızca yazılmış, içinden öyle gelmiş gibi göstermekte de usta davranıyor Roth. Yazarın The Dying Animal adlı kitabını iki yıl önce almış, bir türlü okumaya başlayamamıştım. Öfke’nin yarattığı olumsuz havayla, bir süre daha başlamam herhalde.

Eric-Emmanuel Schmitt‘in Şişmanlamayan Sumocu‘sunu, adının güzelliği, kapağının yarattığı sempati ve inceliği nedeniyle metro kitabı olarak sırt çantamda taşıdım bir süre. Neşeli bir başlangıç yaptım kitaba; giriş bölümlerini keyifle okudum, fikri sevdim. Ama final bölümüyle, yazarın Zen Budizm’den özetle devşirdikleri üstünden kişisel gelişim fikirleri parçalamaya başlamasıyla, benim de tüylerimin diken diken olmaya başlaması bir oldu. 64 sayfalık bir kitap olmasa bitirmez, yarım bırakırdım. Sevmiyorum bu yeni çağ numaralarını…

Yorumlar (4)

''Kimsenin dayatmasıyla, entelektüel baskısıyla olacak iş değil bu; birine ya da bir şeye değil, kendine okursun.'' bu cümle cok etkiledi beni,kesinlikle mükemmel bir tespit.

Memeleket Garları,almayı -sizle beraber-düşündüğüm bir kitap oldu.Benimde anım var,garlarda.

Bende şu sıralar ; Alasdair Gray – LANARK adlı romanını okuyorum,fantastik sever misin bilmem ama ben çok sevdim.

"Bazen Hayat" kitabın adı beni etkiledi, mutlaka okuyacağım

Biri ya da bir şey değil de insanın kendi dayatır yine kendine aslında değil mi? Veya şöyle de denebilir, insanın kendindeki diğerleri dayatır. Sonra bir iki saniye arayla da kendindeki bir diğeri daha anlamlı gibi gözüken başka bir şey dayatıverir. Ve bu böyle sürer gider. :-)bu arada gerek kelimesi o kadar da kaçınılacak bir kökten gelmiyor sanki. 'Bana seni gerek seni'de olduğu gibi.

bir yorum bırakın