Sabit Fikir: İyi dergi. Büyük bir beğeni ve ilgiyle takip ediyorum, okuyorum. elif Bereketli, tartışmasız harika bir ekiple, çok iyi dergicilik yapıyor. Dolayısıyla “Aile Çay Bahçesi” ile ilgili bir yazıyı ‘Sabit Fikir’ bünyesinde görünce hem heyecanlandım, hem sevindim.
Burcu Arman, samimi yazmış. Bundan öte ne ister insan. Teşekkür ederim.
Bir teşekkür de, yazıya yaptığı desen için Dilem Serbest’e. Bu desen, beni ilk kez Müzeyyen’in suretiyle tanıştırdı.
Yazının aslının sabitfikir.com adresinde olduğunu hatırlatarak paylaşıyorum.
Burcu Arman, samimi yazmış. Bundan öte ne ister insan. Teşekkür ederim.
Bir teşekkür de, yazıya yaptığı desen için Dilem Serbest’e. Bu desen, beni ilk kez Müzeyyen’in suretiyle tanıştırdı.
Yazının aslının sabitfikir.com adresinde olduğunu hatırlatarak paylaşıyorum.
Önyargılar nasıldır bilirsiniz. Yani aslında bilmezsiniz ama bir şey sizi durdurmuştur. Varlığından haberdarsınızdır ama yanaşmamışsınızdır. İlgilenmek, yakınlaşmak istememişsinizdir belki.
Bunu bir itiraf olarak alabilirsiniz: Yekta Kopan’dan hep kaçmıştım. Neden bilmiyorum, ağdalı bir romantizmin içine düşeceğimi sanmıştım sanırım. Özel bir şey yüzünden de olabilir, hiçbir şey yüzünden olmamış da olabilir. Neticesinde önyargı benim için tam da böyle bir şeydi. Aile Çay Bahçesi’nin kapağını açarken de bu hisler vardı içimde. Birkaç sayfa sonra midemin yanmasının boğazımı tıkayacağını bilmeyerek…
Ortak bilincin, hem de çok da uzak olmayan bir geçmişe ait bilincin anılarını görmek; eski otobüslerin tanıdık kokusunu, siyah kusma torbasının hışırtısını satırlardan duymak… Gece çalan telefonlardan neden korktuğunu hatırlamak bir kez daha; “Cep telefonu yokken geceleri gelirdi can sıkan haberler.” Çocukluk utançları, nefretleri, travmaları… “Böyledir zaten çocukluk, utanılacak sayısız anının birikimidir,” diyor Yekta Kopan ve tam o anda sizi halı altına süpürülmüş çocukluk utançlarınıza buluyor. Tam o beyaz çorapların içinde kıvırdığınız ayak parmaklarıyla aslında dünyaya tutunduğunuzun altını çiziyor bir kez daha. Neden bilmiyorum, bir Nuri Bilge Ceylan filminin içindeyim. Aynı detaylı tabl. Bu sefer o suskun karakterler konuşuyor, hatta çok konuşuyor. Öyle ki, iç sesleri dışarı vuruyor.
Onun adı Müzeyyen. Süslenmiş, güzelliklerle bezenmiş demekmiş Müzeyyen. O da güzelliklerle bezeli. Doğmadan belliymiş adı. Anneannesinin adını vermiş annesi. Babası hiç itiraz etmemiş, “Ne güzel düşündün,” deyip alnından öpmüş annesini. Bir zamanlar yazlık, şimdiyse ölüm kokan bir evdeyiz. Yanımızda karanlığıyla tanışmış, kabuğu sert, aklının koridorlarında yaşayan bir kadın var: Müzeyyen. Kardeşini sevmeyen, babasından nefret eden annesini özleyen Müzeyyen. Hayatına ikinci el eşya satan bir dükkanın vitrinine bakar gibi bakan Müzeyyen. Adı güzelliklerle bezeli demek olan Müzeyyen… Koca memeli Müzeyyen’i kayalığa gömüp gözlüklü Müzeyyen’i doğuran Müzeyyen. Her nasılsa istediğinde içinde çıkacağı ikinci bir Müzeyyen olduğunu öğrenen Müzeyyen. Sormayı bilen herkes gibi uykusuz olan Müzeyyen. Zihnindeki boşlukları kendisine ait olmayan bir babanın görüntüleriyle dolduran Müzeyyen… Hani defalarca içinizden konuşursunuz da onlarca cümle içinden hiç aklınızdan geçmemiş olan dökülür dilinizden… İşte öyle Müzeyyen. Annesinin ölümüyle suçladığı kız kardeşi Çiğdem’le olan onlarca konuşmasından yalnızca birkaçı gerçek. Keskin nefretleri, yumuşatılmış kırgınlıklarla çıkıyor ağzından. Çocukluk travmalarından doğan bir kadın o. Hangimiz değiliz? Dahası, Yekta Kopan bunu nasıl biliyor? Komşu bahçesinin çocukluk anıları tamam ama bir kadının doğum anını yansıtmak, bir kadın için bile kolay değilken bunu anlatması… (Evet, önyargılarımın paramparça olduğu anlardan biri.) Kendi yolunu erken yaşta çizen kadınlardan Müzeyyen. İşte tam o gözlüklü Müzeyyen olmaya karar verdiği zamanlardan itibaren. Öyle bir öfkenin içine gömülü ki…
Müzeyyen’in geçmişini, bugününü, geleceğini okuyarak, zaman içinde ve rüya içinde ve hatta zaman zaman gündüz düşlerinin içinde dolaşarak önünüze geliyor Aile Çay Bahçesi. Mevzumuz aile olmalı belki de. Jonathan Franzen misali ama bu sefer bizim toprakların kokusunu almış bir aile. Bizim travmalarımızla donatılmış. Yazları yazlığa giden, aldatan kocaların pencerelerde beklendiği, babanın saatçi, annenin ev hanımı, kardeşinse şımarık olduğu ailelerden…
“Hayat peşimizden gelirken kaçmaktan başka çare yok,” diyen bir Yekta Kopan’ı sevdim. Aile çay bahçelerinde yan masada dedikodu yapan teyzelerin görmediği hayatları hatırladım. Onlar çekirdeklerini çitletirken bir bardak limonata eşliğinde okuyamadım midemin yanmasından, ama o yanmanın daha anlamlı olduğunu bilerek sevdim. Bir Müzeyyen tanıdım. Bendeki Müzeyyen’i de ona ekledim. Sonra yazdıklarımı bir kez daha okudum. Kendi anılarımdaki çay bahçesinin ince belli bardağında elimi ısıtarak, karşılaşacağımdan korktuğum o ağır romantizme bizzat teslim olduğumu fark ettim…
Resim çok hoş 🙂
Kitaplar hakkında her zaman tekrar ettiğim bir yorumum vardır kendimce:"lokum gibi ağızda erimemeli kitap, ceviz gibi olmalı yerken kabuğunu iyi ayıkladım mı tedirgin olmalıyım" Aile Çay Bahçesi'ni okurken, Yekta Kopan'ın ses tonundaki huzurla okudum her ne kadar karakterler kadın olsa da. Bu bana "lokum" benzetmesini hatırlattı.Ardından birbirine karışan acılar, betimlemelerdeki defalarca aynı cümleyi okuma isteği "ceviz" benzetmesini hatırlattı. İlk defa bir kitap için şöyle bir yorum yapıyorum; Bir taraftan lokum gibi ağızda eriyen, huzur veren kelimeler, bir taraftan kabukları iyi ayıklanmış mı endişesiyle yenilen cevizin lezzet ve korkuyu aynı anda yaşatan tadı. Değişik duyguları aynı anda hissettiren benzersiz bir anlatım. Aynı gün içerisinde okuduğum ve defalarca okuyacağım kitaplar arasına giren kıymetli bir eser. Sevgilerimle…