Cumhuriyet Kitap Eki’nde “Aile Çay Bahçesi”

21 Kasım 2013 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki için Gamze Akdemir’in yaptığı söyleşi…

Müzeyyen ne zaman yeni bir hedef belirlese
hayatında, karışıyor zaman. O hedefe ulaşıncaya kadar karmakarışıyor dünyası. Hayat kovalıyor özellikle baba-kızın ense
takibinden, kaçar gibi yaşıyorlar onlar da… Saatteki o “saniye kolu” ise
durmadan koşuyor, o koştukça Müzeyyen nefes nefese! Ve evvel zaman içinde
Çınaraltı Aile Çay Bahçe’nde evlenmiş, saatçi Nejat Bey ile elleri çamaşır suyu
kokulu evhanımı Meral Hanım’ın o cici kızı, uslu kızı, aferinlik Müzeyyen
asıyor yüzünü.. Hatta biraz fazlaca.. En çok neden? Bir de okur öyle pek hak
veremiyor Müzeyyen’e, kızdırıyor, geriyor bizi çokça.. Hani genellikle ne
olursa olsun bir şekilde roman başkişisinin tarafı tutulur ya, burada çok
işlemiyor o duygu, işletmiyor mu yazarı?
Y.K.: Açıkçası tarafını tuttuğum karakterlerin okuru olmayı hiçbir zaman
sevmemişimdir. Bir okur olarak, anlamak istediğim, beni yeni dünyalara ya da
kendi dünyamdaki yeni koridorlara sürükleyecek karakterlerin peşinde koşmayı
sevdim hep. Kitap okurken çıkmayı sevdiğim yolculuklar, yıllar içinde beni bir
yazar olarak da aynı yolların yolcusu haline getirdi. Müzeyyen karakterinin
oluşumunda da aynı bakış açısı var. Müzeyyen, bu romanın anlatıcısı olarak bizi
insanın ruhundaki karanlığın ve aydınlığın, iyinin ve kötünün bahçesinde aynı
anda gezdiriyor. Müzeyyen, bütün davranışlarıyla, öfkesiyle, nefretiyle,
sevgisiyle hesaplaşırken, cevaplardan önce sorulara yoğunlaşan bir kadın
karakter olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle okurun Müzeyyen’in yanında
olması, onun tarafını tutması hatta daha da ötesi, okurun romanda bir taraftara
dönüşmesi zaten arzu ettiğim bir şey değildi. Bu benim kendi okuma disiplinimle
de ilgili bir ruh hali. Müzeyyen’in babasıyla, Çiğdem’le, çocukluğuyla,
ergenliğiyle ve bugünüyle hesaplaşması ve bunlardan yola çıkarak bir “yarın”
oluşturma çabasıydı beni ilgilendiren… Sorduğu sorular, bulduğu cevaplardan
daha kıymetliydi benim için. Özellikle bir kadın olarak, bu kadar “erkek bir
dünya”nın içinde, dilin bile bu kadar erkek egemen olduğu bir dünyanın içinde
kendini anlamaya çalışması, o soruları sormaya cesaret edebilmesiydi.
Dolayısıyla ben romandaki hiçbir karakterin taraftarı değilim ve okurdan da
böyle bir beklentim yok.
Sevmeyi
bilmediği iddiasında Müzeyyen, kendi için koyduğu teşhisler de acımasız, kötü,
illet, sinir, gıcık, tahammülsüz, kıskanç, haset, müzmin kötümser… Dersin ki
dünyanın en kötü, dejenere, insanı, dersin ki müsvedde… “İnsan bir kere
karanlıkla tanıştı mı, bir daha istese de kurtulamıyor ondan” yerleşik
kanısında. Nasıl bir içgüdü, koruma refleksi ona bunu illa ki, bilhassa
düşündürten, insanlarla hele ki ailesiyle arasına bu mesafeleri koyduran? Nasıl
bir korku? “Noktalardan oluşan bir kadınım ben” derken ne demek istiyor?
Y.K.:
Müzeyyen’in kendisiyle ilgili düşünce ve yargılarında çok
katı olduğunu düşünmüyorum. Şu anki durumunu açıklayacak bir resim çizmeye
çalışırken bu resmin her rengini görmeye çalışıyor aynı zamanda… Belki de daha
çok karanlık, ara renkler çıkıyor karşısına ama önemli olan tüm bu renklerden
oluşan hayatı anlamaya çalışması. Bu da benim okuru soru sormaya teşvik etmek
istememle ilintili… “Noktalardan oluşan
bir kadınım ben” vurgusu, Müzeyyen’in hem resim sanatıyla hem de içinde
barındırdığı duygularla ilişkisinde karşımıza çıkıyor. Aslında dünyayla olan ilişkisi
üzerinden kurulmuş bir cümle.
Aile Çay
Bahçesi’nde özellikle bir kadın anlatıcıyı tercih ettim. Çünkü aile kurumunun
tüm o ikiyüzlülüğü ve bunun kabullenişi, kadınların üstüne bir yük gibi
bindirilmiş bu coğrafyada. Kadınlar bu kabullenişin en değişmez aktörü olmak
zorunda kalmış. Ne göğsünü gererek neşesini belli edebilir, ne de hüznünü…
Fazla gülerse ayıp olur, derdini paylaşırsa ayıp olur! Dolayısıyla aile
ilişkilerindeki en örtük ve kirli alan, kadınlara layık görülmüştür.
Figüranların rolleri, oyun bütününde önemsiz görünür belki ama aslında bazen en
önemli aksiyon, onların ağzından çıkan tek bir cümle ile başlar. Kadınların
sözünün ve sesinin de, en önemli replikler, duruşlar olduğuna inanıyorum.
Elbette Müzeyyen de bu inancın temsili.
Babasına öfkesi hiç dinmeyecek. Kız
kardeşini de hiçbir zaman sevmedi. Kendisi uslu, o hep yaranmaya çalışan,
Çiğdem ise hazıra konan, şirinlik muskasıydı. Nasıl bir kızkardeşlik Müzeyyen ile Çiğdem’inki? Kayıp zamanların canına
nasıl yanılası bir kardeşlik? Tabloda nasıl iki fırça darbesi? Neden
“sevdi de sevmedi” babasını ve kardeşini ve bu nasıl bir sevmezlikti, artık
çocuk da değildi üstelik, herkesin iyi olduğu dünyada kötü olma hakkını sonuna
kadar kullanmaya karar veren bu abla, evlat, kadın, birey Müzeyyen?
Y.K.:
Müzeyyen, soruyor. Sorgulamaya başladığı ilk yer de kendi
sıfır noktası, yani kendi ailesi. Çünkü bizler her ne kadar ailemizle
yüzleşmeyi başaramasak da, ailede yaşanan şeyler en klişe tabiriyle ‘kutsal’
olarak tanımlansa da iyilik-kötülük bahçesindeki tüm duygularla ilk yüzleşme
yerimiz orası. Müzeyyen’in de romanın kendi zamanı içinde yaptığı, yapmaya
çalıştığı bu. Dolayısıyla hayatla olan ilişkisini bir sevgi-sevgisizlik
ekseninde değerlendirmiyorum. Aynı şeyi kız kardeşi Çiğdem’le olan ilişkisi
için de söyleyebilirim. Çiğdem’i neden sevmediğini o da düşünüyor.
Siz daha önce bunu
hiç yaşamadınız mı? Ailevi ilişkilerinizi tartışılmaz, mutlak, sorunsuz bir
şekilde mi gördünüz ve kabul ettiniz? Eminim ki herkes hayatının bir dönemini,
aileyle yüzleşerek geçirmiştir; ya müthiş bir sevgi seliyle ya büyük bir
öfkeyle ve hatta giderek nefretle sonuçlanmıştır bu süreç. Müzeyyen’in tıpkı
benim gibi, tıpkı sizin gibi, hepimiz kadar iyi ve hepimiz kadar kötü olduğunu
düşünüyorum.
Fiziksel
özellikleri kadınların, o endamlar… Kadını, kadınlığı vurgularken roman
kişilerinin karakterleriyle bileşiyor sayfalarda. Güçsüz kadınlar değil
okuduklarımız, kırılganlıklar var, dertleri var, olmuş, hayat yorgunular ama
güçsüz değiller. Dirençli, oturaklı, hani hükümet gibiler (Özlem ve Çiğdem
endam açısından hariç) hemen hepsi değil mi? Bir de Müzeyyen bu anlamda da
nasıl bir istisna (mı)?
Y.K.:
Açıkçası bir fiziksel özellik arayışında değilim. Çünkü ben Müzeyyen’i bir kadın olarak tanımlamanın
öncesinde bir insan olarak tanımlamaya ve anlamaya çalıştım. Zaten bir erkek
yazar olarak bir kadının dünyasından ve dilinden konuşabilmek ayrı bir cesaret
gerektiriyordu. Bunu bir meydan okumaya dönüştürmek ve “ Ben yapabilirim,”
duygusuyla yaklaşmak istemedim. Benim için önemli olan Müzeyyen’i bir kadın
olarak tanımak değil, ailesi ve kendisiyle yüzleşmeye cesaret edebilen, o
karanlık kuyuya inme gücü olan bir kadın olarak tanıyabilmekti. Dolayısıyla
roman karakterlerinin fiziksel özelliklerinden çok hayatla olan ilişkileri ve
bu ilişkilerde Müzeyyen’le nasıl bir mesafe içinde olduklarıydı. Birbirlerine
sarılacak kadar yakın mı yoksa hep bir kol boyu mesafeli duracak kadar temkinli
mi? Ben sadece insanlar ve özellikle kadınlar arası ilişkinin tedirgin edici,
sürekli gerilimli ruh halini Müzeyyen’in düşünceleri üzerinden okumaya
çalıştım.
Erkeklere nasıl bakıyor roman,
kadınlarının gözünden?
Y.K.:
Açıkçası bir erkek yazar olarak ben, bu erkek egemen dilin
kadınları nasıl yalnızlaştırdığını ve kadınları oyunun dışında bırakma niyetini
yıllardır anlamaya çalışıyorum. Aile Çay Bahçesi’ne gelene kadar yazdığım
kitaplardaki erkek karakterlerin de bu dile dahil olmasıyla hesaplaşmaya
çalıştım. Gündelik hayatımızda, okuduğumuz gazetelerde, o gazetelerin
manşetlerinde, televizyon haberlerinde, o haberlerin metinlerinde, okuduğumuz
kitaplarda, vapurdayken, yolda yürürken, bir seyyar satıcıyla konuşurken, bütün
bu dünyanın içinde o kadar erkek filleri ve kadına da ezberlettiği cümleleriyle
konuşuyoruz ki… Böyle bir yapıda kadını ne kadar yalnızlaştırdığımızın hesabını
önce biz erkeklerin yapması gerekiyor. Çünkü dil, dünyaya ve insana aittir.
Dili din, cinsiyet, ırk, coğrafya ayrımı yapmaksızın bir kılabilmek, onun içinde
ortak yaşam alanı bulabilmek lazım. Roman, romandaki kadınların gözünden
erkeklere bakarken öncelikle bu noktada duruyor: Toplumsal kodlar, klişeler,
gelenek ve aile kavramlarının işbirliğiyle oluşturulmuş, erkek egemen bir
ikiyüzlülük.
Romanda hüzünlü bir anlatım var. Müzeyyen
hüzünlü bir dünyanın içinde yürümeyi tercih ediyor. Ama bu kanatıcı olmaktan
çok dobra, kimi yerlerde de sert bir hüzün desek doğru olur mu?
Y.K.:
Evet, doğru olur. Çünkü Müzeyyen’in tek bir duyguya
sığmasını istemedim. Bunun hepimizin gerçeği olduğuna inanıyorum. Düşündürücü,
kaygı verici zamanlardan geçiyoruz. Çoğu zaman bir sonraki güne hangi duyguyla
uyanacağımızı bilmiyoruz. Bu duygular arası git-geller, bizde tek bir duygunun
tutsağı olmak ötesinde yetenekler geliştiriyor. Müzeyyen de, romanın bir
yerinde söylediği gibi, ‘ikinci el eşyalar satan bir dükkanın vitrinine bakar
gibi’ baktığı hayatı boyunca, hiçbir duygunun tam anlamıyla tutsağı olmamış
durumda. Onun, bu karmaşadan ibaret hayatını bir limana bağlayamamış olması
beni çok ilgilendiriyordu. Orta sınıf, şehirli bir kadının çok basit bir sorunu
devleştirip onun üzerinden nefret cümleleri üretmesi, günümüzde şaşırtıcı
olmayan bir vaka. Bu açıdan bakınca Müzeyyen’in hissettiklerini anlamakta asla
zorlanmayız. Bizler kolay öfkeleniyoruz. Kızıyoruz. Nefretin diliyle konuşmaya
başlıyoruz. Ama bunların nedeniyle hesaplaşacak kadar cesur olamıyoruz.
Müzeyyen, olay örgüsündeki kırılma anına vardığında, neden kardeşini
sevmediğini, neden babasından nefret ettiğini ve neden kendisiyle bir türlü
barışamadığını sorgulayacak cesareti topluyor. Belki bizlerin de bunu yapması
gerekiyor.
Bütün bu anlattıklarınızdan yola çıkarak,
özellikle hesaplaşma vurgunuzdan hareketle şunu sormak isterim: Müzeyyen sizce
hesaplaşmasının sonucunda nasıl bir noktaya ulaştı? Daha da önemlisi Yekta
Kopan, bu kitabı yazarken o hesaplaşmanın içinde kendisine nasıl bir yer buldu?
Yekta Kopan, erkek egemen toplumun yarattığı ikiyüzlü toplum hesaplaşmasını
tamamlayabildi mi?

Y.K.:
Ben de Müzeyyen gibi bu hesaplaşma sürecinden sorularla
ayrılıyorum. Bu benim daha çok anlamaya uğraştığım bir anlatı oldu. Aslında
bunu bugüne dek bütün anlatılarım için söyledim, tekrar etmekte de bir sakınca
görmüyorum: Ben anlayabilmek için yazıyorum. Anlayabildiğim kadarını paylaşıp,
okuyanın gözüyle anlamları çoğaltabilmek için yazıyorum. Dolayısıyla, yazdığım
metinlerin okuru olabilmek benim için büyük önem taşıyor. Okuduğum şeylerle
biraz daha anlamaya, bir adım daha atmaya çalışıyorum. Elbette ki hiçbir zaman kitabı
yazmayı bitirdiğimde anlama sürecini tamamladığımı, yeni bir aydınlanma
yaşadığımı söylemem mümkün değil. Açılan her kapı, karşıma anlaşılması gereken
yeni soruları getiriyor. Ve ben böylece okumaya ve yazmaya devam ediyorum. Bu
kitaptan sonra da söyleyebileceğim şey şu: Çalışma masamın üstü yeni sorular,
yeni sorunlar ve karakterlerin düşünce dünyalarıyla doldu! Müzeyyen’den bana
kalan en önemli şey bu olsa gerek…

Yorumlar (2)

Dün kitap ekini aldım ama henüz okuyamadım, hafta sonu okurum artık..Bu arada neden doğrulama kodu kullanıyorsunuz blogunuzda?

Az önce bitirdim ve sevdim. Tebrikler.

bir yorum bırakın