29.Uluslararası İstanbul Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. Şu ana kadar izlediğim filmlerin hepsinden memnunum ama Todd Solondz imzalı Savaş Sırasında Yaşam’ın yeri ayrı. Uzun zamandır merakla beklediğim bir başka filmi, Reha Erdem’in Kosmos’unu da önümüzdeki günlerde izleyeceğim. Bu film öncesinde okunmasını önereceğim bir kitap var; “Reha Erdem Sineması: Aşk ve İsyan”. Fırat Yücel’in editörlüğünde hazırlanan kitapta Aslı Özgen Tuncer, Ayla Kanbur, Burak Acar, Engin Ertan, Gülengül Altıntaş, Senem Aytaç ve Şenay Aydemir’in yazılarının yanı sıra Reha Erdem’le yapılmış kapsamlı bir söyleşi de yer alıyor. Bu özel okumayı ve Reha Erdem’in son filmini bahane ederek 2006 yılında Altyazı’da çıkmış bir yazımı paylaşmak istedim. Dergide bir süre yayınlanan “E ile T Sinemada” başlıklı yazı dizisinde, sinemasever karakterlerimiz E ile T, Korkuyorum Anne üstüne konuşuyorlar.
E ile T sinemada
Bir festival anısı, korkularla yüzleşmek ya da insanlar ikiye ayrılır…
T – Festival koşturmasını seviyorum ama bir türlü oturup konuşma fırsatı bulamıyoruz… İki film arasında yemekten başka bir şey yapmıyorsun ki…
E – Tamam işte, ben yerken sen de rahat rahat konuş… Senin gibi bir geveze için bulunmaz fırsat.
T – Dalga geçme… Monologlardan hoşlansaydım, filmler hakkında düşündüklerimi bir günlüğe yazardım. Konuşmak bana iyi geliyor, farklı şeyler düşündürüyor…
E – İyi, bundan sonra film aralarında yemek olayına son veririm, çok kilo aldım zaten.
T – Evet, ilk tanıştığımızda daha zayıftın… Hatırlıyor musun, yine bir festival döneminde tanışmıştık. Hem de bu yıl yeniden izlediğimiz bir film sayesinde…
E – Kahve ve Sigara… Bilet bulamamıştım, sen de kapıda elinde fazla biletle dikilmiş duruyordun… Bak yine hatırladım, o biletin parasını hâlâ almadın…
T – Ne zaman bu konuyu açsan aynı şeyi söyleyeceğim; borcun olsun!
E – Çok güzel bir gündü… İyi ki bilet bulamamışım… İyi ki arkadaşın seni ekmiş… İyi ki seni… Neyse… Durup dururken duygusallaştırdın beni… O gün filmden sonra bana ne demiştin hatırlıyor musun: Benim için insanlar ikiye ayrılır; birlikte film izlenebilenler, birlikte film izlenemeyenler…
T – Sen de insanların ikiye ayrıldığını söylemiştin: Film üstüne sohbet edilebilenler, filmden sonra tek kelime etmeyenler…
E – Bu en sevdiğim klişelerden biridir; “ikiye ayrılır” klişesi…
T – Reha Erdem sayesinde tekrar dilimize oturan bir klişe; “insanlar ikiye ayrılır; eğri basanlar, doğru basanlar…”
E – Kadınlar ikiye ayrılır; ince belliler, kalın belliler… Erkekler ikiye ayrılır; sevdiklerine verdikleri hediyeyi sonradan geri isteyenler ve istemeyenler… Askerliğini yapanlar, yapmayanlar… Sünnet olanlar, olmayanlar… Annesi olmayanlar, babasını hatırlamayanlar…
T – Korkuyorum Anne’nin daha başında bir eksiltme var… Olmayan bir anne ve hatırlanmayan bir baba ile zaten yaralandığı için bedeni örselenen, hafızasını kaybederek geçmişini yitiren Ali karakterini bir de çekirdek aile kavramından, köklerinden yoksun bırakıyor film… Yani başkahramanımız bireysel ve sosyal varlığını yitirmiş olarak geliyor karşımıza…
E – Film boyunca gördüğümüz iskeletlerle, anatomi kitabı sayfaları sayesinde bedenimizle, belleğin koridorlarındaki yolculuklarla düşünsel gelişimimizle hesaplaşmamızı yapıyoruz. Ama söylediğin nokta önemli; bütün bunları sosyal bir çevre içinde, aidiyet duygusu üstünden okutuyor film. Aslında uzun bir “ruh çağırma” seansıyla karşı karşıyayız; terzi Neriman’ın da söylediği gibi, Ali’nin ruhunun çağrılması seansı. Hareket eden bir mekanizma olarak insan bedeniyle, örneğin Ali’nin yatağında doğrulup kalktığı sahnede yüzleşiyoruz. Kemik, yağ, kas, tırnak, saç, bağırsaklardan oluşan mekanizmanın neredeyse bütün parçalarıyla ayrı ayrı tanışıyoruz. Ama bedeni, bellekle bütünlemek için ruhun da yerine oturması gerek…
T – Sözlükte ruh “bedeni etkin kılan canlılık ilkesi, bedenin hayat gücü” olarak tanımlanıyor. Korkuyorum Anne, minör boyutta Ali’nin sakatlanmış bedeninin ve kaybedilmiş hafızasının hayat gücünü ararken, majör boyutta toplumun ruhunu deşiyor.
E – Bu dediğine tam olarak katılmıyorum; ortada bir ruh deşme olduğunu kabul etsek bile, bunun, filmin kendi gerçekliği içinde yarattığı karakterlerin ruhu olduğunu düşünüyorum. Yoksa toplumsal bir sorgulama kaygısı yok. O majör kaygının toplumsal bir kaygı değil de evrensel olarak insan olma durumuyla ilgili olduğunu söyleyebilirim… Kendi gerçekliği içindeki karakterler meselesi, sadece senaryoda değil, rejide ve oyunculukta da maharetle çözümlenmiş. Filmin, izleyiciyi kendi dünyasına davet etmekte, hatta ortak etmekte büyük başarısı var. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarında karşımıza çıkan bir cümbüş söz konusu… Bu anlamda geleneksel olanı yeniden inşa ediyor. Evet, biz kaçıncı katta yaşarsak yaşayalım pencere camlarını dışarı çıkıp temizler, mahallece pikniğe gitmekten zevk alır, düğünlerde kurtlarımızı döker, esnafla derinlemesine sohbetlerden feyiz alır ve toplumsal aidiyet hissini bir ayin gibi yaşarız. Bize özgü bu ‘biraradalık’ kimi zaman öylesine boyutlara ulaşır ki, aklın alabileceği, gerçeklik parantezine sokulabilecek alan yok olur, tuhaflıklar başlar. Soğukkanlı ilişkiler yerini bir cümbüşe bırakabilir ve galiba istediğimiz biraz da budur. Korkuyorum Anne’nin apartman sakinleri, özlediğimiz, parçası olma hasretini sürekli olarak dillendirdiğimiz bir cümbüşün renkli aktörleri… Sağlık memuru Rasih, terzi Neriman, Neriman’ın içe dönük oğlu Keten, geçmişini öğrenemediğimiz gibi geleceği konusunda da soru işaretlerimiz olan İpek, bel ağrılarından yakınan kapıcı Rıza, Rıza’nın martı düşmanı-cambaz ruhlu karısı Selvi, sünnet başta olmak üzere her şeyden korkan oğulları Çetin, sürekli olarak insan olma durumunu sorgulayan kasap Kemal, İpek’e kiracı gelen jimnastikçi kız Ümit, askere gitme korkusuyla yaşayan boksör eskisi Aytekin… Bir bedenin farklı yeteneklere sahip parçaları gibi, ancak bir arada oldukları zaman tamamlanabilen insanlar.
T – Senin bakış açınla bu bütünün en ufak bir dişlisinde aksama olduğunda mekanizmanın, bedenin parçalandığını görüyoruz. Hatta Neriman’ın sekiz yıllık köpeği Çakır’a alerjisinin olduğunu öğrenmesi ve onu gözden çıkarması bile var olan sistemin çökmesine neden oluyor. Çakır’ın eve dönüş yolculuğu neredeyse aksayan bedeni tamamlama yolculuğuna dönüşüyor… İpek’in kiracı olarak yanına aldığı kızın adının Ümit olmasının da tamamlayıcı bir yönü var. Büyük ailenin ümitlerinin azaldığı, duygusal parçalanmanın kapı eşiğinde olduğu bir dönemde ortaya çıkan, mekanizmaya “doğru nefes almayı” öğreten bir melek gibi Ümit… Aklıma gelmişken, filmin oyunculuklarına, oyuncu yönetimine, diyaloglarına zaten söyleyecek sözüm yok ama Ümit için bir parantez açmak isterim. Ne kadar duru bir kızdı Arzu Bezmen’in canlandırdığı Ümit…
E – Diğer roller de “zaten söyleyecek sözüm yok” diyerek geçiştirilemeyecek kadar ustaca oynanıyordu ama… Filmin başarısında, oyuncuların, baştan beri söylediğim filmin kendi gerçekliğini yaratmadaki maharetlerinin de büyük payı var. O yüzden birini diğerinden ayırmak istemem…
T – Canım, ben de bir ayrım yapmadım ama… Neyse, böyle kesin konuşunca seninle tartışılmayacağını çoktan öğrendim…
E – Sen de beni iyice huysuz biri yaptın… Bir de erkek egemen bir toplumda, hatta dünyada, erkeklerin korkularıyla yüzleşmeleri olayı var…
T – Evet, bu çok önemli. Filmin daha adından başlayan bir yüzleşme bu; Korkuyorum Anne… Korkan erkekler var bu filmde; askerlikten, sünnetten, bir baba olarak hatırlanmamaktan, annesinin baskısından, aşkını itiraf etmekten, âşık olmaktan, bir köpeğin hırlamasından, geceleri yatağa işediğinin öğrenilmesinden, hamile bıraktığı kadınla yüzleşmekten… Neredeyse, erkekler için toplu psikanaliz seansı diyebiliriz… Hatta filmin sonunda bu seans simgesel olarak da karşılığını buluyor. Korkularıyla yüzleşen/yüzleştirilen iki erkek, fallik bir kayanın üstünde, ancak birbirlerine tutunarak ayakta durabiliyor ve altlarında uzayıp giden denizi seyrediyorlar. Hatta bu sahnenin bu kadar “göstermesi” biraz fazla geldi desem yeridir. Sadece erkeklerin değil, yetişkinler dünyasının topluca anne kucağına dönmesi… Erkeklik durumunu birçok yönüyle deşifre eden bir filmin sonunda, erkek olma halini parçalarına ayıran bir sahne…
E – Bir sahne var ki, bu filmden ne zaman konuşsak onu hatırlayacağım. Eski Yeşilçam filmlerinin romantizmini, yeniden üreten, ağaçlı tepede Ali ile Ümit’in, filmin simgesel başrollerinden yüzük üstüne ve Ali’nin annesi üstüne konuştukları sahne… Kamera açılır ve biz izleyiciler, ağaçlı tepe simgesinin, romantizmin dönüştürülmüş haliyle karşılaşırız… Korna sesleriyle, kalabalığıyla, curcunasıyla, reklâm panolarıyla, gökdelenleriyle yeni İstanbul’dur karşımızda duran… Sırf bu sahne bile, üstünde uzun süre konuşulması gereken bir sahne kanımca…
T – İstanbul, Reha Erdem sinemasında önemli bir yere sahip… Bu filmde İstanbul’un başrollerden birinde olduğunu söylemek abartılı olmaz. Hem de zamansızlaştırılmış bir İstanbul. Altmışların, yetmişlerin, seksenlerin ve bugünün İstanbul’u… Gerçek anlamda “çokyaşamlı” ve “çokkültürlü” bir İstanbul… Reha Erdem bir anlamda İstanbul’un da ruhunu çağırıyor… Ali’nin hafızasının yerine gelme sürecine unutulmuş sokaklarıyla, farklı insan tablolarıyla, sokaklarıyla, vapurlarıyla İstanbul tanıklık ediyor. Şehirle insan bütünleşiyor. Ali’nin hafızasının yerine gelmesiyle beden, ruhla bütünleşiyor. Bütün bu süreçte filmin ana bedenini oluşturan apartman sakinlerinin de ruhlarındaki gizler ortaya çıkıyor, bir arınma ile birlikte onların da bedenleri ruhlarıyla bütünleşiyor. İpek’in bebeğinin doğumuyla, yani yeni bir canın, bedenin, büyük aileye katılımıyla parçalardan bütüne ulaşmış oluyoruz.
E – Sonuçta da Türk sinemasının küçük dünyalarla barışan, beden-ruh üstüne sözü olan, korkuların üstüne gitmekten kaçınmayan ve en genel anlamıyla bellek üstüne konuşan bir filmi oluyor. Hem de oldukça komik bir film…
T – Biraz da Reha Erdem’in bir sonraki filmi Beş Vakit üstüne konuşalım mı?
E – Bak ne diyeceğim… İnsanlar ikiye ayrılır; filmlerden konuştuktan sonra bir süre susup düşünenler ve filmlerden konuşmaktan yoruluncaya kadar vazgeçmeyenler…
T – Haklısın, galiba öyle… Hem biliyor musun? Bence de insanlar ikiye ayrılır…
E – …
T – Neyse, bütün huysuzluğuna rağmen iyi ki varsın. İyi ki o gün elimdeki fazla bileti sana vermişim… İyi ki seni…
Bir gün bir lambadan bir cin çıksa. Dese ki, sana hayatında tek bir film çekme şansı tanıyorum Ve bu film zaten var olan bir film olmalı ve sen o filmi yeniden çekmelisin. Herhalde seçeceğim film "Korkuyorum Anne" olurdu. Çok saçma bir yerden yaklaşıyorum gibi görünüyor ama, bu filmi sadece izlerken hissettiklerimi düşündükçe bir de çekerken, oyuncuları sette izlerken, o mekanlarda bulunurken, o atmosferi bizzat yaşarken kim bilir nasıl bir hissiyat içinde olacağım.
Benim için insanlar ikiye, üçe ,dörde filan ayrılmaz aslında. Çünkü zaten "İnsan nedir ki?"