Factotum

Charles Bukowski’ye selam olsun…

Denize varana kadar gökyüzünü seyrettim. İhtiyar’ın
kamyonetinin arkasında on altı saatlik bir yolculuk. Sarsıntıdan götüm çürüdü. İki
kere mola verdik. Bana kalsa gerek yoktu ama İhtiyar “Ben senin gibi malı
çıkarıp yola salamıyorum,” dedi. Adamın işemesine de karışacak halim yok ya. İlk
molada bir ağacı suladık. İkincisinde hem kamyoneti hem de kendimizi
mazotladık. Babadan kalma mukavva bavulun bir yerlerinde yolluk bulundururum
mutlaka. En az bir şişe. Neşeli olduğum vakitlerde ‘her ihtimale karşı şişesi’
koymuştum adını, yakışır. İlk yudumda afalladı İhtiyar, öksürerek ana avrat
küfretti. N’aparsın, benim mazotu kaldıramaz her bünye.Küfür, alttan iki dişi
eksik ağızdan hoyrat bir tıslamayla çıkınca rahatladım. Nefretini anında
söyleyip tüketen insanları severim. Böyle sahici adamlar kalmadı artık.

Sabahın bir vakti geldik benzin istasyonuna. Ne umutlarla
açılıp ne umutlarla viraneye dönen bir yer. Pompanın başında sivilceli bir
delikanlı. Kamyonetin az ilerisinde, ellerinde bir şişe, pislenen iki herif.
Manzaranın bu tanıdık halini ancak bir kız bozabilirdi, o da oldu. Benzincinin
kızı ağzında çüküm kadar bir sakızla yanaştı bize. “Babam zıkkımlanacaklarsa
çekip gitsinler diyor,” dediğini sakızın sinir bozucu caklamalarının arasında
zar zor anladık. Kızın omzunun üzerinden içeri baktım. Deyyus herif gözdağı
vermek için çifteye fişek sürüyordu. Vidalı kapağı iki tur döndürüp şişeyi
cebime attım. “Babana dikkat et ufaklık,” dedim kıza, “fazla yaşamaz bu
kafayla.” Lafıma hazırlıklıymış kancık, hemen bir orta parmak çekti bana. İlk
boğumdan kopmuştu parmağı, üzüldüm.

Postanede çalışırken parmaksız bir herifle tanışmıştım.
Çocukken matbaada çalışmış. Kağıt kesiği fenadır ama kağıt keserken parmaksız
kalmak daha fenadır.

Konuyu uzatmadık, hemen topukladık o zavallı benzin
istasyonundan. Kamyonete atlarken pompacıya baktım, kararmış elleriyle
sivilcesini patlatıyordu.

“İstersen yanıma otur,” dedi İhtiyar, “laflarız biraz,
sıkılıyorum tek başıma.”

“İstemez,” dedim, “arkada iyiyim ben.”
Mide bulandırıcı dekorasyonuyla akıllara zarar bir barda
tanıştık İhtiyar’la. İyi içmiştik. Son iki şişeyi barın sahibi şişko
ısmarlamıştı. Bir çapanoğlu var bu işte diye düşünmüştüm önce. Meğer bizimkinin
eski dostuymuş. Eski dostun içki ısmarlayanı iyidir zaten.
Gecenin yarısında geçkin bir orospu geldi masamıza. Bir
bardak da ona doldurduk. Durup dururken eteğini kaldırıp çamaşırını gösterdi
bize. Pembe donunun sağ tarafında kocaman bir delik vardı. Sıcaktan nefes
alamıyorduk, yarım saat geçmeden kadının makyajı akmaya başladı. İhtiyar bitmek
bilmez anılarından birini anlatırken kadın hop diye uzanıp dudaklarıma yapıştı.
Tükürük, soğan, ekşi şarap ve yüzlerce adamın spermi olduğunu düşündüğüm bir
tat geldi ağzıma. İğrendim. İttim. Vaziyeti çakozlayan İhtiyar kibarca kovdu kadını,
“Uza yavrum,” dedi, “bu masadan iş çıkmaz sana!” Boyası akmış sarı saçlarını
savurup, okkalı bir küfür salladı orospu. Yarıladığımız şişeyi de alıp gitti.
İkimiz de kızmadık nevaleyi götürmesine. Hakkıydı.
O geceden sonra iyi dost olduk. Öyledir zaten. Uzun
konuşmalar, yalanlar, yağlamalar, yıkamalar zarar verir başlangıçlara. Biriyle
dost olacaksan bir bakman yeter.
Bu yolculuk aklıma düştüğünde de, hemen İhtiyar’ın yanına
gittim. Depoda mal yüklüyordu. “Güneye gideceğiz,” dedim, “depoyu dolduracak
kadar para var bende…”
Bir saniye bile düşünmeden, üstünde çalıştığı şirketin aptal
ambleminin bulunduğu şapkayı yere çaldı. “Ben de sıkılmıştım zaten,” dedi,
“düşünsene işe gireli beş gün olmuş bile…”
Kamyonetin arkasında ne var ne yok indirip bıraktık bir
köşeye. Ne işe yaradığını bilmediğim malların yerini ben aldım. Kıç cebimden
cildi parçalanmış defterimi çıkardım, günü saati yazdım, iki kelimelik bir not
düştüm hayatıma, hedefimizin adını belirledim: “Özgürlüğe gidiyoruz!”
Öylece koyulduk yola işte. İstediğim çok şey değildi. Ömrüm boyunca
yapılabilecek bütün pis işlere girip çıkmış, en niteliksiz işlerin uzmanı
olmuştum. Birilerinin kafama çivi çakmasından uzaklaşma hakkımı kullanmak
istemiştim sadece. Birilerinin zavallı hayatıma bakarak kendini tatmin
etmesinden, boktan hikayelerini parlak destanlar gibi görmek için karanlığıma
bakmasından, beni ben yapan şeyleri pandiklemesinden uzaklaşmak, ruhumu özgür
bırakmak istemiştim.
Sakızlı kızın orta parmağını yedikten sonra hiç durmadan
ilerledik. Beş saatlik bir yol kalmıştı zaten. Keçilerle dolu bir tepenin
yanından geçtik. Çocukların su savaşı yaptığı bir köyde kamyoneti elektrik
direğine bindirmekten son anda kurtulduk.
Gün batarken vardık deniz kıyısına. Taşlık sahilde üç
delikanlı ters dönmüş bir tekneye sırtlarını yaslamış içiyorlardı. Belli ki
denizden az önce çıkmışlardı, ıslak donları uçurtma çıtası inceliğindeki
bacaklarına yapışmıştı. Bedenlerindeki tuz, ellerindeki şişe, yüzlerindeki
kahkaha pırıl pırıldı.
Sigarasını bir fiskeyle havaya uçurup “İnsan başka ne ister
ki?” dedi İhtiyar. Pantolonunu tek hamlede sıyırıp daltaşak denize koştu. Gülerek
baktım arkasında. Eti sarkmış götünü hoplatarak daldı suya.
Olduğum yere çöktüm. Ayakkabılarımı çıkardım. Günün sıcağını
kusan taşlara sürttüm çıplak ayaklarımı. Defterimi çıkarıp sola yatık el yazıma
baktım. İçimde bir şey koptu, koptuğunu hissedebiliyordum, bir şeyler
çalkalanıp yükseldi içimden. Deniz kenarında oradan oraya savrulan bir taş
kadar özgür olamayan ruhlarımıza üzüldüm. Doğanın muhterem dengesine çomak
sokmaktan zevk alan birilerinin ayak işlerinde geçen ömrümüze üzüldüm. Batmakta
olan bir filika gibi yüzmeye çalışan İhtiyar’a bakıp üzüldüm. “Bu kadar zor
olmamalı özgürlük!”
Vidalı kapağı iki tur çevirip mazotun kalanını kafama
diktim. Ruhumun bedenimden ayrılıp gün batımına gitmesine izin verdim. Uzandım.
Gözlerimi kapadım. Artık tanımadığım bir sesle mırıldandım: “Seni senden başka
kim özgürleştirebilir ki?”

 
Desen: Ali Seyitoğlu

Comments (1)

çok gerçekçi çok kişilikli çok güzel bir yazı elinize yüreğinize sağlık

Leave a comment